Azerbaycan Türkiye'nin nesidir?

Bu soru, Mecnun'a Leyla'yı sormak gibi. Azerbaycan sevgisi Türkiye'de o kadar doğal, o kadar köklüdür ki bu soruyu soracağınız kişi şaşırır kalır.

Teneffüs ettiğiniz hava gibi sizi saran bir sevginin nedeni ve niçini olmaz. Bu sevgi sorgulanmaz. Bu sevgi denenmez. Bu sevgiden kuşku duyulmaz. Türkiye ve Azerbaycan için "tek millet, iki devlet" denmesinin, Türkiye açısından sebebi budur. Bakü'de veya Mingeçevir'de yaşayan bir Azeri Türkü ile, İstanbul'da veya Trabzon'da yaşayan bir Türkiye Türkü aynı milletin ferdidir.

Öyleyse bu tek milletin fertleri arasında farklı çıkar hesapları olamaz. Çünkü iki devletin farklı istikametlere yönelen politikalarını bu tek millet aynı hizaya sokar. Devleti yönetenler gelir geçer. Ama bir millet ebediyete doğru birlikte yol alır.

Türkiye'nin Ermenistan politikası değişti mi?

Türkiye ile Azerbaycan arasında bir bıçak gibi duran Ermenistan'a karşı Türkiye'nin politikası değişebilir mi? Türkiye, Azerbaycan'ın çıkarlarını yok sayarak Ermenistan ile bir yakınlık kurabilir mi? Daha somut konuşalım. Ermenistan'ın Dağlık Karabağ'ı işgalinden sonra kapatılan Türkiye-Ermenistan sınırı açılabilir mi?

Bu soruların hepsine şu cevabı vermek gerekir. Türkiye'nin Ermenistan politikası değişebilir. Ama Türkiye'nin Azerbaycan'a karşı politikasında milimetre çapında bir değişiklik bile olamaz. Türkiye Ermenistan'a karşı politikasını, öncelikle Karabağ sorununu, yani Azerbaycan'ın çıkarlarını esas alarak belirlemektedir. Eğer politikasında bir değişikliğe giderse, bu değişiklikten Azerbaycan adına da bir netice elde etmeye çalışıyor demektir.

Son zamanlarda cereyan eden tartışmaları bu eksene yerleştirerek değerlendirmek gerekir. Türkiye, Ermenistan'ı hizaya getirmek için yeni arayışlara girmiştir. Bu arayışların temelinde ise çok önemli bir varsayım bulunmaktadır. Bu varsayım, Kafkasya'daki mevcut statükodan her üç devletin de -Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan- zararlı çıktığıdır. Bu statükonun devamı her üç ülkenin zararınadır. Üç tarafın da zararlı çıktığı bir durumu sürdürmek akıl işi değildir.

Bugün ne Türkiye ile Ermenistan arasına, ne de Azerbaycan ile Ermenistan arasına savaşarak çözülecek bir sorun yok. Ama her üç ülke de, bu ilişki şeklinden zarar görüyor. Teslim edilmelidir ki, en çok zararı gören Ermeniler. Dışardaki Ermenilerin yani diasporanın oyuncağı haline gelen Ermenistan, kendi halkına bir gelecek vaat edemiyor. Korkularla, yoksullukla ve umutsuzlukla birlikte yaşamaya alışan Ermenilerin bir çıkışa ihtiyacı var. Azerbaycan, Dağlık Karabağ'ı işgalden kurtaramıyor, mültecileri yurtlarına iade edemiyor. Dağlık Karabağ'dan katliamdan kaçarak sürgün edilenlerin geri dönüş umutları ve Azerbaycan'ın bu işgali kaldırma amacı zaman geçtikçe azalıyor. Türkiye ise Avrupa ve ABD'de elini kolunu bağlayan Ermeni soykırım yasaları ile mücadele ediyor. Halbuki Ermeni soykırım yasalarının kabulünün, Ermenistan'a zerre kadar faydası yok. Karabağ'ı işgal altında tutan Ermeniler ise çok ağır bir yükün altında eziliyor. Bu sorun Rusya'nın yerleştiği bir boşluk yaratıyor.

Öyleyse statükoyu değiştirmek için harekete geçmek gerekiyor. Abdullah Gül de Prag'da Sarkisyan ve Aliyev'i bir araya getirirken bunu yapıyor.

Türklerin public diplomacy:

1918'de Azerbaycan'ın bugünkü sınırlarını çizen Nuri Paşa, Hüseyinzade Ali'den, Mehmet Emin Resulzade'den öğrendiklerini uyguluyordu. Sadece Hüseyinzade Ali ve Mehmet Emin Resulzade değil, Anadolu Türkleri millet olmanın yollarını büyük ölçüde Azerî aydınlarından öğrenmişti. O dönemde Rus yönetimi altında yaşayan Azerbaycan Türklerinin millî uyanışı, Türkiye'deki imparatorluk ürkekliğini de ortadan kaldırmıştır. Bir imparatorluğu yaşatmaya çalışan İstanbul aydınları kendi millî vasıflarını "dağılırız" korkusuyla gizlemeye, saklamaya çalışırken, çöken bir imparatorluktan bir millet ortaya çıkartmaya Azerbaycan aydınlarından aldıkları ilhamla koyuldular.

Tek milletin içinde iki farklı gelenek var. Bu iki farklı geleneğin arkasında ise iki toplumun yaşadığı farklı tecrübeler duruyor. Azerîlerin millet olma tecrübesi Anadolu'dan daha zengin ve daha sağlam. Anadolu Türklerinin ise devlet tecrübesi daha eski ve sağlam. İkisi bir araya geldiği zaman ortaya mucizeler çıkartmak mümkün.

Azerbaycan'da yaşayan kardeşlerimizden farklı olarak, biz bugün vatan edindiğimiz topraklara sonradan geldik. Geldikten sonra tarihin en uzun ömürlü ve dayanıklı devletlerini kurduk. Çünkü bizler bu topraklara başı boş göçebeler olarak değil, Alperenler ve Gazi dervişler sıfatıyla örgütlü bir toplum olarak gelip yerleştik. Anadolu'da dinî örgütlenmelerin tamamı gerçekte sosyal örgütlenmelerdir. Bu topraklara gelen ilk Türklerden beri bu durum hiç değişmemiştir. Bir din büyüğü öne geçer toplumu örgütler, düzen ve kurallar koyar ve devletle uyumlu biçimde aynı hedefe yönlendirir. Bu yüzden dinî cemaatler Anadolu Türklerinin örgütlü ve iddialı yegâne sivil gücüdür. Bu cemaatlere destek verenler, dinî amaçtan ziyade ortak sosyal amaca hizmet etmektedir. Cemaatin din büyüğü bu ortak sosyal amaca olan güveni sağlamakla görevlidir. Azerbaycan ile yakınlaşmanın bu cemaatler marifetiyle gelişmesi, bu tarihî tecrübenin eseridir. Azerbaycan Türklerinin gelip yerleşen cemaatlerin sadece bir dinî örgütten ibaret olmadığını fark etmeleri gerekir. Bu cemaatler adeta bir lokomotif gibidir. Bir yandan istikameti belirleyip rayları döşer; öbür taraftan millî gücü peşine takıp hedefe sürükler.

Dünya iki kutuplu olmaktan çıkınca, "public diplomacy" adıyla yeni bir diplomasi türü gelişti. Amerikalıların icat ettiği bu diplomasi türü, dış politikaya doğrudan doğruya halkın ağırlığını ve desteğini dahil etmek anlamına geliyor. Diplomasi artık dışişleri bakanlığının kapalı kapılarında veya iki ülke diplomatlarının pazarlık ettiği masalarda şekillenmiyor. Halklar devreye giriyor. Diplomatik taleplerde bulunuyor. Devletlerini de bu konuda şekillendiriyor. Türkiye'nin kamu diplomasisi yıllardır önemli atılımlar gerçekleştirdi. Orta Doğu'da Türkiye'nin artan ağırlığı büyük ölçüde bu politikaların eseri. Balkanlarda kamu diplomasisi aracılığıyla Türkiye büyük ilerleme kaydetti. Bugün Ermenistan'a karşı geliştirilen diplomasinin arkasındaki kamu gücünü hesaba katmak lâzım.

Türkiye'nin kamu diplomasisi gücünün arkasında ise cemaatler duruyor. Dünyanın her yerine Türk müteşebbislerini taşıyan güç de aynı güç. Bugün Orta Doğu denkleminde Türkiye'nin askerî gücünden önce ekonomik gücü ve toplumsal etkinliği geliyor. Aynı durum Kafkaslar için de geçerli.

Kafkasya'ya Kamu diplomasisi penceresinden bakılınca görülen tek alternatif var. Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal gücü, açılan her kapıdan girip oraya yerleşmeye hazır. O zaman Azerbaycanlıların, Türkiye'nin bu yeni gücüne, tek millet prensibine uygun olarak kendi millî güçleri olarak bakmaları gerekmez mi?

Türkiye devleti ve halkıyla uyumlu olarak Kafkasya'da kimsenin işine yaramayan statükoyu değiştirmeye girişti. Daha başında Ermenistan'ın Dağlık Karabağ bölgesinde geri adım atmaya hazır olduğu ortaya çıktı. Demek ki Abdullah Gül doğru yolda. Azerbaycan'da bulunan Türkiye sivil toplum gücü, yani cemaatler Azerbaycan'ın halini çok iyi anlıyorlar. Türkiye'de devlet katında bir yanlışlık akıllardan geçse, düzeltmek için tetikte bekleyenler de bu cemaatler.

Tek millet olmak da doğrudan halklar arasındaki bu yakınlaşma ve ortak millî çıkarları koruma cehdinin eseri değil mi?

Mümtaz'er Türköne