Raskolnikov çağırdı beni
Erken okunmuş kitaplar nazlıdır, kendilerini hemen açmazlar. Zihninizde hoş bir tad bırakmakla yetinir, içlerini dökmeyi yıllar sonra onlara yeniden döneceğiniz günlere saklarlar. Maalesef gençlikte bazılarını okumuş olmak için elinize alırsınız, o kadar ünlü bir kitapla tanışmamanın ayıbından kurtulmak için... Okuduğunuzdan etkilenseniz de inceliklerine vakıf olamazsınız. Düşünce dünyanızı mayalamış, dar idrakinizi hafifçe genişletmiştir ama nedenini, nasılını bilemezsiniz.
Geçen hafta ansızın eski bir dostu merak eder gibi "Yahu bir Raskolnikov vardı, tefeci bir kadını öldürmüştü. Suçunu itiraf ettikten sonra Sibirya'da kürek cezasına çarptırılmıştı. Şimdi ne yapıyor acaba?" derken buldum kendimi. Onunla neredeyse kırk yıl önce tanışmış, içinde yaşadığı Suç ve Ceza ülkesine bir daha da uğramamıştım. Sadece ona mı? Ortaokuldan itibaren dünyalarına daldığım diğer roman kahramanlarını da bir köşede unutup, hep yenilerinin peşinden gitmiştim.
Hafızamı yokladım. Raskolnikov'un Sonya adlı bir fahişenin ayaklarına kapanarak suçunu itiraf etme sahnesinin dışında hiçbir şey kalmamıştı aklımda. Bir değil, iki kadını öldürdüğünü ve hatta Rodion Ramonoviç olan ön adını, ona kısaca Rodya dendiğini dahi unutmuştum. Mazlum Beyhan tarafından Rusça aslından çevrilen 687 sayfalı kitabı aldığımda endişeliydim. Hacimden dolayı değil, ondokuzuncu yüzyıl roman anlayışını küçümserim diye. Edebi zevkimde üslubun ve kurgunun önemi, içeriğinin önüne geçtiği için... Fakat iki günde, dehşetli zevk alarak dolaştım satırlar arasında. Kırk yıl önce neleri kaçırdığımı anladım, beni unutmadığı için Rodya'ya teşekkür ettim.
Kahramanımız insanları olağanüstüler yani yasaları çiğneme hakkı olanlar ve sıradanlar yani uysal değersizler diye ayırıyor. Kendisinin Napolyon Bonaparte gibi birinci gruba mı ait olduğunu yoksa yoksulların kanını emen bir bit olarak gördüğü tefeci kadına mı benzediğini soruyor ve muktedir olabilmek için bitlerin ezilmesinin şart olduğu sonucuna varıyor. Eh bu kadarını herkes düşünebilir. Dostoyevski'nin dehası, çatışmayı, iyi bir amaç için kötü bir iş yapılabilir mi sorusuna oturttuktan sonra evet veya hayır yanıtlarına itibar etmemesinde ortaya çıkıyor.
Yoksulluğun ve biraz da kafa karışıklığıyla serseri mizacın üniversiteden kopardığı, dolap kadar küçük bir odada yaşayan genç adam, çevresinde gördüğü pek çokları gibi bir bit olmadığını hissediyor da acaba önüne çıkan engelleri aşabilir mi, eğilip iktidarı yerden almaya cesaret edebilir mi? Bunu öğrenmenin yolu cinayetten geçse de katilimizi değerli buluyoruz. Çünkü olağanüstü dürüst biri. O kadar ki, bütün gelgitlerinin hem tanığı, hem yargıcı olabiliyor.
Rodya durumunu "Eğer benim yerimde Napolyon olsaydı ve mesleki bir tırmanışa başlamak için önünde ne Toulon, ne Mısır, ne Mont Blanc'tan geçiş gibi güzel ve anıtsal şeyler değil de, gülünç, zavallı bir kocakarı, üstelik de sandığındaki paraları çalmak için öldürülmesi gereken bir tefeci kocakarı bulunsaydı ve başkaca da hiçbir çıkış yolu olmasaydı, bu işten acı duymak şöyle dursun bu işin anıtsal bir iş olup olmadığı gibi bir konunun aklının köesinden geçmeyeceğini hatta bu işin insana acı verebileceğini farkında bile olmayacağını anladım" diye izah ettiğinde ona itiraz edemiyoruz. Çağdaş Napolyonları düşünerek "Haklısın kardeş" diyoruz.
Fakat daha sonra "Ahlaki, vicdani herhangi bir nedene dayanmaksızın, yalnızca kendim için öldürmek istedim. Anneme yardım etmek, maddi olanaklara ve iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek için de öldürmedim. Bütün bunlar palavra. Ben yalnızca kendim için yaptım bunu" dediğinde kalbimiz "ah çılgın çocuk, ne yaptın sen" diye teselli sözcükleri arıyor.
Aslında her iki söyleminde de kendini yüceltmiş oluyor. Yine de onu Sonya gibi bağrımıza basmaya, bu ne mutsuzluk böyle diye ağlamaya hazırız. O ise yelkenleri indirmiyor. Sonya'ya yaptığı gibi bizi de uzaklaştırmaya çalışıyor. Bırakmıyoruz peşini. Onu mutlu etmek görevimiz sanki. Mutluluğun yolunun pişmanlıktan geçtiğini düşünüyoruz ama bu konuda ne kendine ne bize yardımcı olabiliyor. Suçunu itiraf etmesine rağmen kendini suçlayamıyor. İkilemin böylesini hiç görmedik. Şaşkınız.
Onu dehşete düşüren ise eyleminin kimseye bir yarar sağlamaması. Biliyor ki, başarabilseydi toplum ona taç giydirecekti. Bu yüzden yakıcı bir pişmanlık duymak istiyor. Ne çare, sonuna kadar dayanamayıp teslim olmasının dışında pişmanlığın kırıntısı yok içinde. Bize pişmanlık duymaksızın da acı çekilebileceğini öğreten Dostoyevski'nin önünde hörmetle eğiliyoruz. Akıl ile vicdan arasındaki mücadele bu kadar zarif, bu kadar etkileyici mi anlatılır, aşkolsun diyoruz.
Katilimizden öğreniyoruz ki, öfkeli insanlar aslında acı çekmektedirler. Öfkeleriyle baş çıkamıyorlarsa, acılarının büyüklüğü altında ezildiklerindendir. Kendisine "Öldürdüğün bitten de iğrenç bir bitsin" dediği an ona kızma hakkımızı elimizden aldı. Vicdanın sesine uyarak kan dökmenin, yasal olarak kan dökmekten daha korkunç olduğunu tecrübe etti. Bunun bedelini kürek mahkumu olarak ödeme cesareti gösterdi. Bu onu kabullenmemize yetiyor. Çünkü hayatımızın gerçek Raskolnikovlarını anlayıp affetmeden huzura eremeyeceğimizi biliyoruz.
Elinin biri kanlıysa, diğeri cömert. Rodyamız dilenecek seviyede yoksul olmasına rağmen, annesinin dul aylığından kırdırıp ona yolladığı üç kuruşu, kendisinden daha zor durumda olan insanlara bir an bile düşünmeden verebiliyor, kendi canını hiçe sayarak yangından iki küçük çocuğu kurtarabiliyor. O kadar merhametli ki, ilkeleri uğruna taamüden cinayet işleyebilecek denli kibirli oluşunu neredeyse görmezden geliyoruz. Tefeci kadından çaldığı paraya dokunmayışı bu duygumuzu iyice pekiştiriyor. Onun şahsında, insan denilen yaratığın tek katmanlı, tek renkli, tek boyutlu olmadığını anlıyoruz.
Kitabın iki kadın kahramanı, kızkardeş Avdotya Romanovna (Dunya) ile yazarın "kendisine insan gerektiğinde ona koştu" dediği Sonya Semyenovna Marmeladov (Soneçka) hastalıklı fedakarlıkları ve iyi kalpli oluşlarıyla birbirlerine çok benziyor. Dunya, annesini ve kardeşini yoksulluktan kurtarma duygusuyla sevmediği bir adamla evlenmeyi kabul ederken, Sonya bedenini satarak "Şişenin dibinde aşağılanmayı ve gözyaşını aradım" diyen ayyaş mazohist babası, üvey anası ve üvey kardeşlerine bakıyor. Yazar resmi böyle çiziyor fakat "Başka çareleri yoktu" tuzağına hiç düşürmüyor bizi. Rodya, her ikisine de seçimlerinin yanlış olduğunu söylüyor. Kendi iç çatışmalarıyla boğuşurken dahi Dunya'yı ahlaksız damat adayı Lujin'den kurtarmak için kavga ediyor.
Sonya için yapılan "Birden yüzünün çizgilerinde , deyim yerindeyse eğer, doymak bilmez bir acı belirdi" ifadesi çok etkileyici. Acının doymak bilmezliği müthiş bir ifade. Nitekim Sonya kendisini döven veremli, yarı deli üvey annesinden sözederken "Dövse ne olur sanki. Öyle mutsuz , öyle mutsuz bir kadın ki o! Ve hasta. Adalet arıyor o. Çok temiz bir kadındır. Herşeyde adalet olmasını gerektiğine inanır ve bunu ister. İsterseniz işkence edin ona haksı zbir şey yaptıramazsınız. İnsanlarda adalet olamayacğını bir türlü anlamaz, bu yüzden de sinirlenir durur. Çocuk gibidir, tıpkı bir çocuk" diyor. Romanın bütünlüğü içinde hiç de melodramatik gelmiyor insana.
Masum fahişenin Rodya'nın itirafını duyduğu anda parmağının ucuyla onun göğsüne dokunup geri çekildiği ve "Şu anda dünyada sizden daha mutsuzu yoktur" dediği anla büyüleniyoruz. Kahramanımız suçunu itiraf etmek için Soneçka'yı seçerek onu onurlandırmış gibi görünse de gerçekte kıza baktığında kendi kirliliğini görüyor. Yere kapaklanıp ayaklarını öptüğünde utançla sarsılan kıza onun değil, insanlığın çektiği acıların önünde eğildiğini söylüyor. Dostoyevski bu sahneyle bizi bütün dünyayı kucaklamaya çağırıyor.
Rodya, bir günahkar olarak bu saygıyı hakketmediğini söyleyen kıza "Evet günahkarsın. En büyük günahın kendini boş yere öldürmen, kendini harcamandır. Hem nefret ettiğin bir çirkef içinde yaşıyorsun hem de bu davranışınla hiç kimseye en ufak bir yardımın dokunmadığını biliyorsun. Bundan daha korkunç bir şey olabilir mi?" diye sorduğunda heyecanla diyoruz ki Rodya'ya, "sen ve Sonya birsiniz. İkiniz de masum delilersiniz. Yolunuz bir sizin". Böyle söylüyor ve Sibirya'ya birlikte gitmelerini onaylıyoruz.
Kırk yıl önce farkedemediğim o kadar incelikler var ki kitapta. Mesela, Raskolnikov paltosunun içine sakladığı baltayla kurbanına doğru yürürken önünden geçtiği parka fıskıye yapılsaydı veya bir kaç bahçe birleşip genişletilseydi diye düşünüyor. O anda içinin nasıl da kurak olduğunu, bir su serinliğine ihtiyaç duyduğunu, daracık, karanlık, pis odasından dışarı çıktığında hiç değilse geniş ve serin bir bahçeyle kucaklanmak istediğini anlıyoruz. O ise bunun farkında değil, "Herhalde kurşuna dizilmeye götürülen insanların da aklı herhalde yolda gördüklerine takılıyordur" diyor. Eyleminin bedelinin idam olabileceğini biliyor. Daha sonra cinayetinin gelgitleriyle boğuşurken kendini suya atarak öldürmek isteyecek. Fakat o esnada bile kendini çok güçlü hissedecek, hala gururlu kalabildiğine sevinecek. Özetle onu öldürmeye iten de, her durumda yaşamayı seçtiren de gurur.
Kitabı okurken acaba kaç katil, cinayet öncesinde, suçu işlediği anda ve sonrasında kendine bu kadar yakından bakabilir? Gerçek hayatta acaba Porfiri Petroviç gibi kıvrak zekalı, şüpheliye suçunu itiraf ettirmeye çalışırken alaycı üslubuyla karşısındakiyle kedi-fare oyunu oynayan, ara sıra felsefe patlatan, yaptıkları işi sanat kabul eden sorgu yargıçları var mıdır diye soruyourz. Hemen ardından romanın gerçeği ile hayatın gerçeğinin farklı olduğunu hatırlıyoruz. Önemli olan romancının bizi kahramanlarına inandırması. Biliyoruz ki, yazar gerçek hayattan toplamıştır bu meyveleri. Yüceliğin ve bayağılığın kuyularına aynı derinlikte inme cesareti göstermeseydi, onları böyle canlı roman kahramanlarına dönüştüremezdi.
Dostoyevski hayatı boyunca bedensel ve ruhsal ıstırabın her türünü yaşamış, içinde yanardağlar kaynayan bir insan. İnsanın sanki bu eserleri yazabilsin diye ona böyle bir kader biçildiğini düşünesi geliyor. Üstelik maddi manevi olumsuz şartlar yüzünden alelacele yazmış, geriye dönüp düzeltemeler yapamamış eserlerine. Rodyasının yaktığı isyan ateşi hiç sönmeyecek, biliyoruz. Onun "Yolunca, yordamınca kuşaltılmış bir halk üzerine bombalar yağdırmak, biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer bir şey sayılıyor bu" satırlarını okuduğumuzda, içimizden bugün de öyle Rodya, bugün de diyoruz. Kendilerince "iyi" bir amaç hizmet için adam öldürenler arasında Suç ve Ceza'yı okuyanlar var mıdır acaba? Okusalar, Rodya'nın kendini sorgulamasını fazla romantik ve hatta aptal mı bulurlar? Yaptıklarının korkunç bir hata olduğuna dair içlerine minik de olsa bir kurt düşer mi diye kendi kendimize konuşuyoruz.
Başka detayların da farkına varıyoruz: Karakterlerin dört isimli olması, (biri vaftiz adı, biri baba adı biri soyadı, sonuncusu ismin kısa hali), yoksulların tek göz odada yaşamaları ve kapıların hep açık olması, bu yüzden herkesin herşeye şahit olması, bizde ölü evine yemek götürülürken, Ruslarda ölü evinin komşulara yas yemeği vermesi, 1860'ların Rusyasında üniversite öğrenciliğinin başlıbaşına üstün bir statü sayılması, Raskolnikov'un karakolda şüpheli olarak sorgulanırken bile "bağırmayın bana. Ben bir üniversite öğrencisiyim, kendime böyle bağırılmasına izin vermem" demesi, romandaki "aşağılık tipler" yelpazesinin genişliği, tüm karakterlerin kendilerini bir şekilde aşağılanmış hissedip, başkalarının gözünde kendi yöntemlerince saygınlık kazanmaya çalışmaları...
Romanın arka planında ülkenin siyasi ve düşünsel atmosferi de var tabii. Onları da kahramanların kendi aralarındaki konuşmalarından öğreniyoruz. Aile yerine kadın-erkek ilişkilerinde sınır tanımayan bir komün hayatıyla rasyonel aklı dine tercih edenlerin karşısına yazarımız İncil ahlakıyla çıkıyor. Tanrıya inanmadığını söyleyen Rodya, annesinden, kızkardeşinden ve Sonya'nın küçük kardeşinden kendisi için dua etmesini isterken, Sonya'ya neredeyse zorla Hz İsa'nın Allah'ın innayetiyle ölmüş Lazar'ı nasıl diriltiğine dair pasajı okutuyor. Anlıyoruz ki, kendisine de bir gün mezarı olacak Sibirya'da Hz. İsa gelecek ve tıpkı Lazar'a seslendiği gibi "Rodya, dışarı çık" diyecek ve manevi açıdan ölü olan katilimiz Sonya ile beraber yepyeni bir hayata başlayacak.
Romanın diğer kahramanları da ilgimizi hakediyor:
Arkady İvanoviç Svidragaylov: Evinde mürebbiyelik yapan Dunya'yı iğrenç teklifleriyle sıkıştıran, takıntılı, serseri, üç kağıtçı çiftlik sahibi. Kendisini vaktiyle düştüğü bataktan kurtaran zengin karısına ihanet eden, onu kırbaçlayan, karısının şüpheli ölümünden sonra bir yandan 15 yaşında bir kızla nişanlanırken, bir yandan da Dunya'nın peşinden koşan bir tip.
Fakat Dostoyevski, böyle bir adama bile iyilik yaptırıyor; Sonya'nın babası ve üvey annesinin ölümünden sonra ortada kalan küçük çocukları bir yuvaya yerleştirtiyor ve hesaplarına para yatırtıyor, sonra intihar ettiriyor. Nedense Svidragaylov'un bu tavrı inandırıcı gelmiyor. Tamam, suçluluk duygusunun tamiri için minik bir şey yapmış oluyor ama sonuç olarak Dostoyevski'dir o masum sabileri ortada bırakmayan diye düşünüyoruz, Svidrigaylov intihar etmeyebilirdi diyoruz. Fakat sonra gerilere dönüp adamın sözlerine bir daha baktığımızda şu ifadelerini atladığımızı farkediyoruz:
"Biz sonsuzluğu anlaşılması olanaksız bir düşünce olarak, şöyle kocaman, çok büyük bir şey olarak düşünürüz hep. İyi ama, neden ille de kocaman, çok büyük bir şey? Oysa bir bakmışsınız, küçücük köy hamamı gibi bir yerdir.İs içinde, köşeleri örümceklerle dolu? Düşünebiliyor musunuz? İşte size sonsuzluk! Sonsuzluk benim gözüme bazen böyle görünüyor" Yazarın çizdiği karektere ne kadar da uygun bu sözler.
Piyotr Petroviç Lujin: Dunya'ya talip olan adam. Evleneceği kızın yoksul olması şart. Çünkü kendisinin bir veli nimet olarak kabul edilmesini istiyor. Kızda uyandıracağı borçluluk duygusundan zevk alacak. Nezaket maskesinin altındaki kabalığı yüzüne vuran Raskolnikov'dan intikam almak için, Sonya'ya hırsızlık iftirasında bulunan bir adam. Kendini beğenmişliğinin ardında yatan şeyin özsaygı yoksunluğu olduğunu anlıyoruz. Kendini erdemli gösteren bu adamın ekonomik görüşleri bize hiç yabancı gelmiyor:
"Ben kaftanımı yarıya bölüp komşuma versem, ikimiz birden yarı çıplak kalırız... Bilim ne diyor: Dünyada herkesten çok kendini sev çünkü dünyada herşey kişisel çıkara dayanır. Eğer bir tek kendini seversen , işini gerektiğince yaparsın, kaftanın da bölünmeden bütünüyle senin üzerinde kalır. Ekonomi bu bilimsel gerçeğe şunu ekliyor: Toplumda ne kadar insanın işleri yolund aolursa, diğer bir deyişle kaftanlar ne kadar bütün kalırsatoplumun temelleri de o kadar sağlam ve genel gidiş o kadar yolunda olur. Böylece ne oluyor. Yalnız kendim için kazanmakla herkes için de kazanmış oluyorum..."
Lujin gibiler hala aramızda. Çevremize baktığımızda kapitalist mantığın ürettiği bu insan tipinin daha beterlerini görüyoruz. Nedense her kötü adama bir iyilik eklemeye çalışan Dostoyevski bunu Lujin'den esirgiyor. Mesela Lujin Sonya'ya iftira attığında "kadınların ortak kullanımına" inanan oda arkadaşı Lebezyatnikov sessiz kalmıyor ve Lujin'in yalanını yüzüne vuruyor. Fakat minik de olsa Lujin'den soylu bir jest gelmiyor.
Romanın temel mesajı, kurtuluşa ancak acı çekerek varılabileceği. Bu da Rus ortodoks inancının, Hz. İsa'ya çilecilik yönüyle benzeme çabasını işaret ediyor. Bizim inancımızla benzer gibi görünmekle birlikte çok farklı. Müslüman, elinde olmayan sebeplerle başına gelen felaketlere sabrederek kurtuluşa ulaşır. Çileyi bir araç görmez, sırtında Hz. Adem'in günahı ve Hz. İsa'nın çarmıhı olmadığından sırf acı çekmiş olmak için, kendini bile isteye aşağılamaz.
Yazar, çileciliğin sapık yorumlarının insanı nerelere taşıyabileceğinin de farkında. Tefeci kadının oturduğu apartmanda badanacılık yapanlardan biri, Nikolay Mikolka, işlemediği cinayetin sorumluluğunu üzerine alıyor. Bu delikanlı merkezi kiliseye karşı ayrılıkçı bir dini hareketin liderine mürit. Dini önderinin, çile çekmeyi kutsayan İncil'in aşırı etkisiyle kendini asma teşebbüsünden sonra sırf çile bülbülü olmak için cinayeti üstlendiği yorumu yapılıyor. İnsan Nikolay'ın günümüzdeki versiyonlarını düşünüyor, siyasi ya da mafyatik nedenlerle başkalarının suçunu taşımaya mecbur bırakılanları...
Romanı bitirirken Rodya'dan içimizdeki gizli katile dokunduğu için mi yoksa kendine asla yalan söylemediği için mi bu kadar etkilendiğimizi bilemiyoruz. Ama yazarını neden sevdiğimizden eminiz: Hiç bir durum ve insan için kesin konuşmaması, bir uçtan bir uca tüm olasılıkları sıralaması, tüm hallerin katmanlarında bizi dolaştırması, az betimlemeye çok diyaloğa önem vermesi, kurgusunun yalınlığını karakterlerin yoğunluğuyla dengelemesi, katilin kim olduğunu en baştan beri bilmemize rağmen, heyecanımızı sonuna kadar elinde tutması... Roman karanlık ve dar odalarda, sefaletin hüküm sürdüğü cadde ve meyhanelerde geçmesine, bir gül kokusu bile duymamamıza rağmen sıkılmıyoruz. O zavallı, ayyaş, ahlaksız, mazohist, çelişkili, ahenksiz, ölçüsüz, kibirli, bencil, kasvetli, şeytani, şiddete meyyal, veremli tiplerden büyüleniyoruz.
Rodya ile Sonya'dan ayrılırken buruğuz. Sibirya'dayız. Cinayetin üzerinden bir buçuk yıl geçmiş. Aynı şehirde olmalarına rağmen çok az görüşürler. Kızımız, oğlumuzu taş kırmak gibi işler için dışarı çıktığında uzaktan izlemek zorunda. Çünkü sevdiği delikanlı onun yüzüne yani aynasına iğrenerek bakar ve hemen hiç konuşmaz. Yine de birbirlerinin varlığından güç alırlar. Dünya Rodya'ya bir karabasan gibi görünür: Kimse kimseyi anlamamakta, herkes gerçeği kendisinin bildiği düşünmekte, karşısındakinin bunu anlamıyor olmasından acı çekmektedir. Kimin yargılanacağı, nasıl yargılanacağını bilmez insanlar, kim suçlanacak, kim aklanacak belli değildir. İnsanlar anlamsız bir hınç ve öfkeyle birbirlerini öldürmeye devam etmektedir. Kurtuluşa ermiş bir kaç seçkin insan vardır tabii ama onların da sesleri solukları duyulmaz. Dostoyevski sanki dün yazmıştır romanı, bizleri anlatmaktadır.
Kahramanımız, kaosa teslim olmaz, sükun arayışını sürdürür. Bir sabah kaymak taşı pişirmek için fırına dönüştürülmüş bir barakada çalışmaya çıktığında ırmak kıyısında oturup karşı kıyıya bakar. Göçebe çadırlarından belli belirsiz bir şarkı duyulmakta, orada sanki hala Hz. İbrahim çağı yaşanmaktadır Derken Sonya yanında belirir. Hastadır, Rodya'dan korkup çekinmektedir. Fakat bu kez kızın dizlerinin dibine yığılıp ağlamaya başlar Rodya. Yastığının altındaki hiç okumadığı İncil'i hatırlar. Bu, ikisinin de diriliş anıdır. Sanırım ki Dostoyevski'nin hepimizden dileği, suçlamadan önce anlamamızdır.