Rus yazar Çehov'un kısa hikayesi

Anton Pavloviç Çehov, Rus tiyatro yazarı ve modern kısa öykülerin kurucularındandır. Rusya'nın güneyinde Azak Denizi kıyılarındaki Taganrog'da bakkal bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Dört çocuklu bir ailenin ortanca çocuğudur.

Zaman'dan Nazan Bekiroğlu Çehov'un kısa hikayesini yazdı:

“Yazar mı eser mi?” sorusuna “Eser” diye cevap verdiğimi sanırdım. Oysa nicedir kendimi “Yazar” derken yakalıyorum ve Çehov’a yeniden dönerken onun eserleri masamın üzerinde cilt cilt yükselse de mektuplar ve anılar kadar hakkındaki biyografilere de daha çok bakıyorum.

Çehov’a ne kadar farklı zaviyelerden bakmak mümkün. Bu kısacık yaşam ne kadar belirgin damarlar üzerinde ilerliyor ve bu kısacık hikâyeye ne kadar çok başlık atılabiliyor.

Çehov’un, babasıyla ilişkisi meselâ. Çehov, dönüp geriye baktığında despot bir babanın elinde harcanmış bir çocukluk görecektir ileriki yıllarda. Bu baba yıpratıcı bir yoksulluk içinde geçen kâbus gibi bir çocukluğun temel aktörüydü ve Çehov henüz 19 yaşında aile babası rolünü üstlenmek mecburiyetinde kalmıştı. Fakat o, babasından hem nefret etmiş hem de onu sevmişti ve mektuplarına bakılırsa babası öldüğü zaman bir yanıyla onun eseri olduğunu da idrak etmişti.

Çehov’un toprakla olan ilişkisi sonra. Çehov, özgürlüğünü satın almış bir toprak kölesinin torunuyken alt sınıfın zorluklarından, kalem hakkıyla yıldan yıla kurtularak sosyete partilerine uzanmıştı. Bu yaşamdan hem hoşlanıp hem kaçmak istese de mülk edinmeyi daima sevdi. Arka arkaya irili ufaklı mülklerin, yurtlukların sahibi oldu. Tolstoy gibi! Ama malikânesindeki yaşlı Tolstoy “Mülkiyet, hırsızlıktır” derken Çehov mülk üstüne mülk satın alıyordu.

Ve siyaset. Çehov’un, için için kaynayan ve devrime doğru koşan Rusya’da siyasete mesafeli tavrı. Çehov, sanatını siyasetle dirsek dirseğe tutmaktan daima kaçınmıştı. Her zaman nazik ve sevecendi, kaba güce düşmandı. Çar II. Aleksandr’ın serfliği kaldırmasına, işkenceyi yasaklamasına, mahkemelere jüri koydurtmasına, bir anayasa sözü vermesine rağmen öldürülmesini anlayamadı meselâ. III. Aleksandr’ın baskıcı bir politika izlediği yıllarda yine siyasete bulaşmadı. O vadide kalem oynatmadı. Taraf olmadı. Ona göre edebiyat gözlem yapmalı ama asla hüküm vermemeliydi. Fakat sanatını siyasî bir söylemin dışında tutsa da bu, onun siyasete ilgisiz olduğu anlamına gelmiyordu. Paris’te bulunduğu sıralarda meşhur Dreyfus davasını izlediğinde Zola’ya büyük hayranlık duymuş, bu yüzden meşhur yayıncısı ve koruyucusu Suvorin’i eleştirmekten geri kalmamıştı. Gorki’ye verilen akademi üyeliğinin geri alınması üzerine kendi üyeliğinden istifa etmekte tereddüt etmemişti. Rusya, öğrenci olayları ile sarsılırken o, Gorki tarzı savaşkan bir sosyalizmi reddetse de rejimin otokrasisi karşısında eskisinden daha fazla rahatsızlık duymaya başlamıştı.

Öğrenci olayları çığırından çıkınca, yayıncısının “Ciddi bir sorundan, ciddilikten uzak bir biçimde söz etmesini ve bireylere karşı haklarını aşan bir hükümetin savunuculuğunu yapmasını kınadı”, “Devlet kavramı hukuktan esinlenen ilişkilere dayandırılmalıdır; yoksa anlamsız bir sözcük, imgeleme yetisini yıldırmaya yönelik bir korkuluk olur çıkar” diyordu. “İnsanlar düşüncelerini özgürce açıklama hakkından yoksun iseler, o düşüncelerini öfke ve kızgınlıkla dile getirirler ve çoğu kez hükümet açısından canavarca ve çileden çıkarıcı sayılan bir biçimde. Ama basın ve vicdan özgürlüğü verilsin, o zaman herkesin arzuladığı yatışma gelir ve uzun süremeyecek olsa da bizim ömrümüz kadar sürecektir kuşkusuz” (Alıntılar; Henry Troyat, Mektupların Söylediği: Çehov, Çev. Vedat Günyol, Dünya Yay, İst. 2004, 340 s.213). Çehov bütün bunları eserlerinde değil mektuplarında yazıyordu. Fakat bütünüyle gözleme dayalı hikâye ve tiyatrolarında dönem Rusya’sının bütün hastalıklarını teşrih masasına yatırmıştı ve edebiyatı siyasete bulaştırmadan da siyaset üstü bir insanlık ülküsü için kalem oynatmanın hiç de olumsuzlanan anlamıyla apolitiklik anlamına gelmediğini göstermişti.

Ve Karadeniz. Dostoyevski ve Tolstoy’a duyduğum bütün hayranlığa rağmen bir yönetmen olsaydım, kuşku yok Çehov’un hayatını film yapardım. Ve bu filmde arka planda daima Karadeniz görünürdü. Çünkü Çehov da Yalta ile Moskova arasında bölünmüş yaşamının hiç olmazsa önemli bir kısmında Karadenizliydi.