1915
YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Osmanlı-Türk tarihinin utanç sayfası olan Ermeni soykırımı, sadece Anadolu’nun kadim halkı Ermenileri kitlesel yok oluşla ve memleketlerini sonsuza dek yitirmekle yüzyüze bırakmadı. Aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun çokuluslu yapısının da onulmaz biçimde yok oluş sürecini çok kanlı ve acılı hale getirdi. İmparatorluğun yok oluşunu hep toprak kayıplarıyla ölçtü Türkler. Oysa esas kayıp, Osmanlı’nın politik, yönetsel, kurumsal, diskursal ve kimliksel-ideolojik yapısının ortadan kalkmasıydı. Bu ortadan kalkış bir vakuma neden oldu. Ondan geriye kalan korkunç boşluğu ise nasyonalizm dolduracaktı. Kimlik inşa süreci, yeni bir kimlik yaratmanın yol açtığı sancıların yanında, var olan kimliği yeni kimliğe dönüştürmeyle, ona, belki yirmiye katlanacaktı.
Osmanlı İmparatorluğunu idare eden elitlerin çok büyük bir bölümünün kökeni, Osmanlı’nın ana nüfusunu ve imparatorluğun politik, askeri ve ekonomik ağırlık noktasını oluşturan Balkanlardı. Osmanlı tüm tarihi boyunca hep Avrupa’ya yönelmiş, bu yöneliş bir rekabet ilişkisi ve çoğu zaman antagonistik olsa da, devletin çekülü ve esas cüssesi Avrupa olmuştu. Alman sosyal bilimci ve Türkiye uzmanı Udo Steinbach’ın dediği gibi, Osmanlı’nın Selanik, Peşte, Belgrat, Saraybosna gibi kentleri her zaman Bağdat’tan, Kahire’den veya Yemen’den daha önemliydi. Bu önem, Osmanlı yönetici elitlerinin geldikleri yerler bakımından da aynıydı. Balkanlar, yani güneydoğu Avrupa, İmparatorluğun esas beşeri sermayesinin beşiğiydi.
Büyük dedeleri ve neneleri arasında o artık hatırlanmak istemeyen tarihi bilenler, Kosta’ların, Goran’ların, Yorgo’ların, Vassili’lerin, Vlad’ların, Darko’ların, Eleni’lerin, Luba’ların, Sofia’ların, Mila’ların, Zlata’ların torunlarının neden Nadi, Baha, Refet, Cemal, Mahmut, Fuat, Hilmi, Safiye, Mihrişah, Handan, Zehra vs. olduğunu en az Osmanlı kadar bilirlerdi. Osmanlı yüzyıllar boyunca bu kozmopolitlik özelliğinden hiç kompleks duymadı. Anadolu’da yaşanan dini-linguistik dönüşüm, Balkanlar’da da kısmen, elitler bazında yaşandı. Balkanlar’da da Müslümanlaşanlara “Türk oldu” denirdi. Türk olmak ve Müslüman olmak aynı anlama gelirdi. Devşirilen Müslümanlar ise kendilerine Türk demezler, gayrimüslimlerin de kendilerinden Türkler diye bahsetmelerinden hoşlanmazlardı. Kendilerini Müslüman olarak tanımlar, başka da kimlik bilmezlerdi. Devşirilenler arasında sivrilen ve askeriyede ya da mülkiyede ilerleyenler, görev gereği doğdukları topraklara gittiklerinde çoğu zaman köylerine uğrar, sağlarsa anne-babalarını bulurlardı. Bu buluşmalar genelde çok acıklı olurdu.
İmparatorluğun yıkılma dönemi korkunç ve gri bir dönemdi. Balkan Savaşları’nda elden çıkan toprakların neden olduğu şokun etkisi, tüm bir neslin ruhunda kelimelerle tarif edilemeyecek derin yaralar açtı. Bu dönemde birçok Osmanlı subayı ve memuru doğduğu kentin veya kasabanın ülke sınırları dışında kaldığına tanık olacaktı. Yüzyıllardır ailelerinin yurdu olan imparatorluğun Avrupa toprakları artık elden çıkmıştı. Doğdukları, çocukluklarının geçtiği, dedelerinin ve nenelerinin gömülü olduğu topraklar artık başka devletlerin toprağı olmuştu.
Dini kimlikler üzerinden tanımlanan aidiyetler artık son bulmuştu. Kopan Rumeli’de ana kimlikler artık Hristiyanlık veya Müslümanlık değil, etnik-milli kimliklerdi. Elbette dini aidiyet, bu kimliklerin bir parçasıydı. Ama örneğin Ortodoks Yunanlılarla aynı mezhepten olan Bulgarların ayrımı, din değil etnisiteleriydi. Müslümanlar bu yaşanan dönüşümü gözlemliyor, fakat kimliksel ayrımın derin konturlarını kavrayamıyordu. Balkan Savaşları sonucunda İmparatorluk Rumeli’yi kaybedince, ister istemez kimlikler etkilenecekti. İslam veya Osmanlılık kimlikleri, Arnavutlar ve Araplar arasında da milliyetçiliğin bir salgın hastalık hızında artmasıyla beraber, Türklük kimliği karşısında zayıflayacaklardı. Bu kimlik mücadelenin kazananı tartışmasız olarak nasyonalizmdi. Müslüman Osmanlıların çok büyük bir çoğunluğu artık Türkçüydü. Tutunacakları tek dal buydu. Olmadıkları veya olamadıkları kimliklerden geriye kalan tek opsiyon, Türklük aidiyetiydi. Böylece çoğunluğu devşirme veya asimile edilmiş Hristiyan ataların torunları, ırki köken birlikteliği tahayyülü üzerinden etnik nasyonalizme girişti. Hayali bir “etnik Türklük” yaratıldı.
Artık Anadolu’ya bakışları da değişmişti. Balkanlardan sonra Anadolu artık onların ellerinde kalan, yurt olma potansiyeline sahip tek toprak parçasıydı. Balkan Savaşları sonrası artık kendilerine “Türk” diyen Osmanlı elitlerinin en büyük endişesi, Anadolu’nun da Balkanlar’ın kaderine benzer bir kader yaşamasıydı. Çünkü Anadolu da tıpkı Baklanlar gibi kozmopolitti. Birincisi Anadolu’da da Hristiyanların yoğunlukta olduğu yerler vardı. İkincisi, Müslümanlar arasında da iki başat grup söz konusuydu. Kıyı Ege’de ve Konstantiniye’de, Pontus bölgesinde Rumlar yaşıyordu ve Doğu Anadolu’da Ermeniler birçok yerde çoğunluktaydı. Tüm Anadolu’da Müslüman nüfusa göre hatırı sayılır oranda gayrimüslim bir tebaa vardı. Dahası, bu gayrimüslimlerin ana yurtlarının bu topraklar olduğu herkesçe biliniyordu.
İttihatçılar iktidara geldiklerinde eşitlik sözü verdiler. Fakat Jöntürk idealizmi kısa zamanda güç zehirlenmesine uğradı. Böylece kısa sürede kendilerine başlarda destek çıkan liberalleri ve azınlıkları kaybettiler. Balkanlarda yaşanan ağır travma, Sosyal Darwinist ırkçı bir ulus tasavvurunun Türkçülük üzerinden resmi ideolojiye dönüşmesine zemin hazırladı. Anadolu’yu yeknesaklaştırmak, homojenleştirmek, Türkleştirmek, Türk yurdu haline sokmak, Türk olmayan unsurları etnik temizliğe tabi tutmak gibi patolojik ve faşizan fikirler, başlangıçta marjinalken, Birinci Dünya Savaşı’na girişle beraber reel politikada uygulanma şansı buldu. Enver, Talat ve Cemal paşalar, Müslüman imparatorluğu olarak yükselen Osmanlı’yı bir Turan imparatorluğuna dönüştürme hülyasına kapıldılar. Ziya Gökalp’in dizelerinde vurgulandığı gibi: “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan! Vatan müebbet ve ulu bir ülkedir, Turan!”. Savaşa Rusya karşısında girerek, Almanların yardımıyla Rus egemenliği altındaki Türkî halkların yaşadıkları toprakları fethetmek bu hayalci dış politikanın temelini oluşturuyordu. Bir taraftan bu dış politika uygulamaya geçirilirken, diğer taraftan yaşanan askeri başarısızlıklar içeride bir öfke ve nefret birikimine yol açıyordu. Rus ordusu karşısında Sarıkamış’ta uğranılan büyük mağlubiyetten sonra, İttihatçılar Ermenileri suçlamaya başladılar. Bazı Ermeni milliyetçilerinin Rus ordusunu kendi kurtuluşları olarak görmeleri ve Ruslara destek vermeleri, İttihatçılara istedikleri bahaneyi üretmişti. Böylece 1914’te Amele Taburları’nı kurdular, gayrimüslim askerlerin silahlarını alıp bu taburlara gönderdiler. Artık ok yaydan çıkmıştı. “Etnik temizlik” başladı.
Batı Anadolu’da, Karadeniz’de Rumlara yapılan zulüm ve katliamların dozu arttıkça, özellikle Batı’daki Rumlar Ege üzerinden Yunanistan’a kaçmaya başladılar. Karadeniz’de de benzer gelişmeler meydana geldi. Ermeniler etnik mühendislik girişiminin birincil kurbanları olacaktı.
Yapılacakları meşrulaştırmak üzere, daha sonraları Türk tarih tezinde ele alındığı şekliyle, “Osmanlı’yı arkadan vuran” Ermeniler miti oluşturuldu. Fakat ne ilginçtir ki, sadece sınır bölgelerindeki Ermeniler değil, tüm Anadolu’da, sınır bölgelerine yüzlerce kilometre mesafede olan yerleşim birimlerinde yaşayan Ermenilerin de Suriye çöllerine gönderilmesine karar verildi. 27 Mayıs 1915 tarihinde Tehcir Kanunu çıkarıldı. Buna göre Ermeni Osmanlı vatandaşlarının Kanun-i Esasi garantisi altında olan mülkiyet hakları iptal edildi. Kitlesel olarak Ermenilerin taşınır-taşınmaz mal varlıklarına el konmaya başlandı. Konstantiniye ve İzmir gibi bölgelerde yaşayan Ermeniler de bu korkunç hukuksuzluk kapsamına dâhil edildiler. Taşınmaz mülkleri ellerinden alınan Ermenilerin yerlerine Rumeli’den kaçan Müslüman göçmenler yerleştirildi. İttihatçılar bu sayede bir taşla birçok kuş vurmayı hedefliyordu: Rumeli göçmenlerine Anadolu’da yer açmak, Anadolu’daki “etnik Türk” nüfus oranını artırmak ve gayrimüslim nüfus oranını düşürmek, azınlıklardan gasp edilen mal varlıklarıyla milli bir burjuvazi oluşturmak, yeknesak “etnik Türk” nüfustan oluşacak Anadolu’da bir milli imparatorluğa dönüşmek. Tehcir, Anadolu’yu Ermenilerden “temizlemeyi”, yeknesak bir Türk yurdu oluşturmayı hedefliyordu. Bu bir “etnik temizlik” politikasıydı. İttihatçılar ne yaptıklarını biliyorlardı. Sadece sınır bölgelerindeki değil, tüm Anadolu sathındaki Ermenileri zorunlu göçe tabi tuttular. Bu insanların büyük bölümü sistematik olarak katledildi, tecavüze uğradı, işkence gördü, kadın-çocuk-yaşlı ayırmaksızın yayan olarak binlerce kilometre yürütüldü, yollarda açlık, susuzluk, salgın hastalıklar, kötü muamele ve lokal Müslümanların saldırılarıyla hayatlarını kaybettiler. Suriye’de oluşturulan toplama kampında da benzeri zulümler sürdü. Canını kurtarabilen bir kısım Ermeni, Batı ülkelerine kaçmayı başardı. Anne-babalarının ellerinden zorla alınan küçük yaşta Ermeni çocuklar varlıklı Türk ailelerce evlat edinildi ve asimile oldu. Çok önemli sayıda Ermeni kızı Müslüman erkeklerle evlenmeye zorlandı.
Anadolu’daki bu vahşi politikalarla Ermeni varlığı bir daha asla geri gelemeyecek şekilde yok edildi. Bu politikaları yapan devletti. Yapılanlar münferit değil, sistematikti. Söz konusu olan – bugünkü devlet tezlerinde iddia edildiği üzere – savaş ortamında iki farklı etnik grubun mukatelesi de değildi.
“Ermeni çeteleri” argümanları da bu yapılanları meşrulaştırmaz. Nüfusun binde, belki de on binde birini oluşturan çeteleci Ermenilerin savaş bölgesindeki isyanı nedeniyle, tüm ülke sathında topluca bütün bir etnik gruba yönelik geliştirilen ve uygulamaya geçirilen tehcir planı, canice ve savunulması olanaksız olan bir soykırımdır. Bunu yapan hangi devlet olursa olsun, bu soykırımdır. Bu soykırıma halen bahaneler bulmaya çalışmak ve tutarsız, tarihi verileri manipüle eden tezler ileri sürmek ayıptır.
1915 öncesi Anadolu’daki Ermeni nüfusu 2 milyon ila 2,5 milyon arasında tahmin ediliyor. Bugün Türkiye’de 50,000 ila 70,000 arasında Ermeni yaşadığı tahmin ediliyor. Uluslararası kaynaklara göre 1 milyon ila 1,5 milyon arası değişen rakamlarda Ermeni, bu soykırımda hayatlarını kaybetti. Geri kalanları ise kurtuluşu başka ülkelere göç etmekte buldu. Korkunç bir demografik mühendislik yapıldı. 1915’in özeti budur.
Artık geçmişin bu utanç verici karanlık sayfasıyla onurlu bir şekilde yüzleşmek gerekiyor. Kimlik savaşları artık son bulmalı. Irki ve etnik aidiyet miti üzerine inşa edilmiş ulus konsepti ile bilimsel veriler ışığında hesaplaşmalı. Tüm bu korkunç kâbusun başlangıç noktası olan Ermeni soykırımıdır. Türkiye devleti ve toplumu, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu ruh arınmasına ancak bu korkunç geçmişle yüzleşerek ve esaslı bir özeleştiri yaparak başlayabilir. - PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN - tr724
(*) Bu yazı, 1915 olaylarında hayatlarını veya ülkelerini kaybeden milyonlarca Ermeni kardeşimizin anısına ithaf edilmiştir.