Nazım'ın yolculuk fotoğrafları sergide buluştu
Yapı Kredi Kültür Merkezinde devam eden “Alnımın Çizgilerindesin Memleketim-Nazım Hikmet’in Yolculuk Fotoğrafları Sergisi”nin küratorü Melih Güneş, RS FM’de Radyo Sohbetleri programının konuğu oldu.
Nazım Hikmet üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen Melih Güneş, Nazım’ın doğumunun 111. yılında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık işbirliği ile yeni bir sergiye imza attı. Yapı Kredi kültür Merkezi’nde açılan ”Alnımın Çizgilerindesin Memleketim-Nazım Hikmet’in Yolculuk Fotoğrafları Sergisi” Nazımseverlerden büyük beğeni topladı.
Sergide, Nazım Hikmet’in ”rüyalarımın memleketi” diye adlandırdığı Moskova’ya üçüncü ve son gidişinden sonraki 1951-1963 yılları arasında çekilen fotoğrafları yer alıyor. En ilginç bölümü ise “Bir dileğimiz bin turnayla” adlı origami etkinliğinin sergilendiği dilek ağacı bölümü. Tasarımcı Hacer Sayman’ın tasarladığı dilek ağacı, çocukların yaptığı 1000 turna kuşuyla tamamlanırsa “Nazım Hikmet Müzesi kurulsun” dileği gerçekleşecek ve Nazım Hikmet memleketinde bir müzeye kavuşacak. Böylece hem sergi amacına ulaşacak hem de dilek ağacı müzede asıl yerini bulmuş olacak.
Serginin küratörü Melih Güneş, RS FM’de her Pazar yayınlanan Radyo Sohbetleri programının konuğu oldu. Süheyla Demir’in sorularını yanıtlayan Güneş, hem son sergisini hem de son kitabı “Hanene Huzur Dolsun Sevdalı Bulut” kitabını anlattı.
“Alnımın Çizgilerindesin Memleketim” sergisinin Moskova’da da sergilenmesi gerektiğini söyleyen Melih Güneş, Nazım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye getirilmesi tartışmasında da “Böyle bir şeye hiç gerek yok. Vasiyet şiirinin yazıldığı koşullar artık geçerli değil” diyerek net bir tavır benimsiyor ve Nazım’ın kabrinin Rusya’daki Türkler için bir buluşma yeri olduğunun altını çiziyor.
Söyleşinin tamamı şöyle:
Son serginiz Nazım Hikmet’in 111. doğum yıldönümünde biz Nazımseverlere bir hediye gibi oldu. Sergi Nazım’ın Moskova yıllarındaki yolculuk fotoğraflarından oluşuyor. Neden özellikle böyle bir tema seçtiniz?
Bu çalışmayı ben ne zamandır yapıyordum aslında. Arşivde yaptığım çalışmalar süresince biriktirdiğim fotoğraflardı. Eksik olan fotoğraflarımız vardı. Onları da Yapı Kredi Yayınları ile işbirliğine girince Rusya Edebiyat ve Sanat Arşivi’nden aldık. Bu aslında başlandıçta Nazım Hikmet’e bir doğum günü armağanı projesi gibiydi ama dediğiniz çok doğru, aslında bize bir armağan oldu. Bundan da çok memnunum. Bunlar Nazım Hikmet’in bizde çok bilinmeyen bir döneminin fotoğrafları aslında. Hep biliyoruz ki Nazım Hikmet’ın yurtdışında edebi ve siyasi görüşleri doğrultusunda çalışmaları oldu. Barış elçisiydi. Dünya Barışı Komitesinin etkin bir üyesiydi, o sıfatla da pek çok yer gezdi. Ben ona barışın mavi gözlü devi diyorum. Düşünsenize Türkiye’de hapislerde kalmış, 13.5 yılı dört duvar arasında geçmiş biri Sovyetler Birliği’ne gittikten sonra birdenbire dünya ile buluşuyor, herkes onu kucaklıyor ve diyar diyar geziyor. Bu gezmeler tursitik gezmeler değil; bir ideoloji, bir amaç uğruna ya da edebiyat çalışmaları uğruna yapılan sehayatler bunlar.
NAZIM SSCB’DE BİR POET STAR GİBİYDİ
Nazım Hikmet aslında bizim hiç bilmediğimiz yıllarda Sovyetler Birliği’nde bir yıldız gibiydi, demek doğru olur mu?
Günümüzün o “yıldızlık” hatta belki “popstarlık” kavramlaryla düşünülecek olursa o yıllarda evet öyleydi diyebiliriz. Tabi “pop star” derken bir “poet star” belki... Çünkü o yıllar edebiyata çok önem verilen yıllar. Türkiye’de de öyle aslında ama Sovyetler Birliği’nde edebiyata ve kültüre çok farklı bir yaklaşım vardı. Ben Vera Tulyakova’nın kızı Anna Stepanova’dan biliyorum, “Biz çocukluğumuzda Nazım’ı bilirdik, tanırdık” derken yüzünü de kast ediyordu. Yani sırf ismini duymak bilmek değil; yüzünü de tanıyorlar. O bakımdan bunu popstarlarla ya da bugünkü ünlüler kavramıyla bağdaştırabiliriz. Ama tabii ki Nazım’ın çok ünlü olması tamamen eserleriyle ilgili bir şey. O yıllar, “Kerem Gibi” şiirinin ezbere söylendiği yıllar ve “Hiroşimalı Çocuk” o yıllarda herkesi derinden yaralamış, etkilemiş şiirlerden biri. Elbette ki Nazım bu kadar tanınmayı fazlasıyla hak ediyor. Türkiye’de de tanınıyordu belki o yıllarda ama ne yazık ki bu kadar değildi ve hakkı bu kadar teslim edilmiş değildi. Hakkının teslim edilmemesi üzerine yapılan propagandalar vardı belki. Bu özgürlüğü Sovyetler Birliği’nde bulabiliriz ama ne derecede özgürdü, o da tartışmaya değer konulardan biri. Nazım Hikmet’in ilk kitabı Sovyetler Birliği Azerbaycan’ında çıkıyor. “Güneşi İçenlerin Türküsü” o zamanki Türkçe alfabeyle, eski yazımızla ve Türkçe olarak çıkıyor. 1932 yılında yine Moskova’da basılan bir şiirler kitabı var. Sergimizde Nazım’ın bu ilk kitaplarına da yer verdik. Bu kitapların en önemli özelliği Nazım Hikmet’in sağlığında yayınlanmış olması. 1932-1950 arasında Nazım Hikmet Sovyetler Birliği’nde yayınlanmıyor. Belki bunda Türk TKP’si ile ilişkileri etkili olmuş olabilir, hapiste olması da bir başka etki olabilir. 1950 yılında Nazım Hikmet, birden Sovyetler Birliği’nde ve Fransa’da yeniden basılıyor. Böylece yeniden gündeme geliyor. Bazı şeyleri ne kadar uğraşırsanız uğraşın yok edemezsiniz. Hiçbir devlet politikasının gücü buna yetmez. Eninde sonunda Nazım’ın deyimiyle pırlanta toz toprak içinde de olsa pırlantadır...
Sergide bir de belgesel çalışmanız vardı...
Buna ben belgesel diyemiyorum, biraz had bilmekte fayda var belki. Bu benim kendim için yaptığım bir video çalışmasıydı... Nazım Hikmet’in ölümünün anlatımı ile başlayan bir çalışma. Bunun yanında Nazım Hikmet’i sağlığında yakından tanıyan insanların görüşleri var. Nazım Hikmet’in mezar taşını yapan Nikolay Silis, Nazım’ın edebi asistanı Antonina Sverçevskaya, Türkolog Prof. Dr. Svetlana Uturgauri ve tabi ki Semiha Berksoy var. Ve burasa Semiha Berksoy ve Svetlana Uturgauri da birbirinden habersiz aynı şeyi diyor: “Nazım Hikmet Homeros, Shakespeare ve Beethoven gibi bir uluslararası değerdir...” Sırf bununiçin bile bu çalışmayı yapmama değdi.
Sergide çok güzel bir detay da var. Ana salona Nazım Hikmet’in Moskova’daki evinden giriyoruz. Bu fikir nasıl doğdu?
Bizler, Moskova’da yaşamış, Nazım Hikmet’in kabrine gitmiş ya da sokağından geçmiş insanlar olarak Nazım Hikmet’le ilgili konularda şanslı insanlarız. Fakat bu olanağa sahip olamayan birçok insan var, önce bunu düşündüm. Mimarlık mesleğimin getirdiği bir etki de olsa gerek. İstedim ki Nazım Hikmet’in mekanlarıyla da buluşulsun. Belki mezarının aynı ölçekte büyük bir kopyası da yapılabilirdi. Ama seginin konsepti buna uygun değildi. Çünkü yaşayan, gezen, kanlı canlı bir Nazım varken o fikri pek doğru bulmadım ve eviyle, sokağıyla başlattım sergiyi. Dikkat ederseniz bir kemerden geçiyorsunuz ve içeride artık bir Nazım dünyasıyla buluşuyorsunuz.
SERGİNİN MOSKOVA’YA DA GİTMESİ LAZIM
Peki bu sergi Moskova’da da sergilenebilir mi?
Bence kesinlikle Moskova’ya da gitmesi lazım. Çünkü tamamen o dönemini kapsıyor ve orada bu sergi belki çok daha anlamlı olur. Hele artık Nazım Hikmet’in Rusya’da unutulduğu günlerde bence bu çok gerekli ve önemli. Bildiğim duyduğum kadarıyla bu yıl 50. ölüm yıldönümü çalışmaları yapılıyor. Belki birileri bu sergiyle ya da başka bir sergiyle ilgilenir ama bu serginin gitmesi hem rahat olur hem de etkinliklerde etkin bir rol oynar.
Siz Vera Tulyakova’yı da yakından tanıyorsunuz. Nasıl başladı bu tanışıklığınız?
Kapısını çaldım, gittim diyebilirim. Gerçekten öyle oldu. Rusların deyimiyle o da beni “kabul etti” o gün için. Tek seferlik bir ziyaretle kalabilirdi bu ama sonra devam etti ziyaretlerimiz, gönüldaşlığımız. O zaman içinde anladım ki Vera Tulyakova ruhuyla, gönlüyle çok cömert bir insan. O yıllar Sovyetler Birliği’nde bir kilo peynir için bile saatlerce kuyrukta beklenen zamanlardı. Ama evine gittiğinizde masayı şölen gibi donatırdı. Yemeklerinin tadı hala damağımdadır. Nazım Hikmet’in ölüm ve doğum yıldönümlerinde yine ziyafet sofraları kurulur, Nazım’ı tanıyan eş, dost, arkadaşlar çağırılırdı. Ben de “çömez”, onları dinlerdim. Benim için bu buluşmaların en güzel yanı kah hüzün kah kahkahalarla Nazım Hikmet’in anılmasıydı. Vera Tulyakova ile böyle tanıştık ve zaman içinde aramızdaki bağ adeta ana-oğul ilişkisine döndü. Ölümünden sonraysa kızı Anna Stepanova ile kardeş gibi bir ilişkimiz var. Bugün Nazım Hikmet için kitaplar yazdıysam ve sergiler açtıysam bu sadece Vera Tulyakova ve Anna Stepanova sayesinde oldu. Güven duygusu bunu sağladı, Anna arşivlerini bana açtı. Bundan gurur duyuyorum, Türk edebiyatı ve Nazım Hikmet için önemlli adımlar bunlar. Pek çok şey bilinmiyordu ya da gizli kalmıştı. Nazım Hikmet’in külliyatı tamamlanılmış sanılıyordu –ki ben de öyle sanıyordum- ta ki bu arşivlerda çalışmaya başlayıncaya kadar...
En son “Hanene Huzur Dolsun Sevdalı Bulut” adlı bir DVD-kitap yayınladınız. Bunlar senaryolarını Nazım Hikmet’in yazdığı iki çizgi film. Bu kitabın hazırlık aşamasını, heyecanınızı anlatabilir misiniz?
Böyle bir şey saatler sürebilir. Bu kitaba çok özendim, çok titizlendim. Çünkü bizde bilinmeyen eserlerdi bunlar. Buna da şaşırıyorum neden bilinmez diye... Bu eserlerin varlığıyla ben ilk olarak Vera Tulyakova’nın kitabında tanıştım. Fakat çok da üzerinde durmadım, sonuçta Nazım Hikmet’in Sevdalı Bulut masalını hepimiz biliyoruz ve masaldan da senaryo yazılabilir diye düşündüm. Ama arşivlerde çalışırken Sevdalı Bulut’un önce edebi senaryosunu ve sonra yönetmen senaryosunu buldum. Bir de Türkçe’ye bir dönem “Evine Barış” diye çevrilen “Hanene Huzur Dolsun” eserinin senaryosunu buldum. “Senaryoları varsa bu filmler nerede?” sorusu geldi aklıma. İpuçlarını takip ederek filmlere ulaştım. Soyuzmultfilm’le anlaşmam gerekiyordu ama Soyuzmultfilm’de filmlerin kopyası bile yoktu. Sevdalı Bulut’un elektronik kopyasını buldular ama filmin makara kutusu boştu, filmler bir şekilde kaybolmuştu. Benim için bu sürecin en heyecanlı yeri filmleri bulmanın dışında bu boş kutudur. Sergide onu da sergiliyoruz. Bence kurulursa Nazım Hikmet Müzesi’nin en anlamlı eseri olacak bu boş kutu... Senaryoları Türkçe’ye çevirdik ve bu kitap böyle ortaya çıktı. Önemli bir kitap bence, çünkü külliyattaki bir eksiklikti. Hanene Huzur Dolsun, Nazım Hikmet’in barış mücadelesinde yaptığı en önemli işllerden biriydi belki, hem çocuklara hem büyüklere yönelik bir çizgi film olarak. Sevdalı Bulut çizgi filmi de masal versiyonundan farklı.
NAZIM’IN HALA TÜRKÇE’YE ÇEVRİLMEMİŞ BİRÇOK ESERİ VAR
Bahsettiklerinizden şunu anlıyorum. Aslında belki Nazım Hikmet’in kıyıda köşede kalmış daha birçok yayınlanmamış eseriyle ileride karşılaşabiliriz...
Kıyıda köşede kalmışlar var tabii... Ama “kör kör parmağım gözüme” hesabı Nazım Hikmet’in ortada olan eserleri de var. Örneğin oyunları var: “İki İnatçı” ve “Prag Saatleri” Rusça basılmış kitaplar halinde var ama hala Türkçe’de yok. “Fatma, Ali ve Diğerleri” oyununu Nazım Hikmet 1952 yılında yayınlanmıştır ve 2010’da benim çabamla Türkiye’de basıldı. Kayıp sanılan oyunlarını buldum Nazım Hikmet’in. Ona yakın yayınlanmamış piyesi var. “Severmişim Meğer” şiirinin tiyatro olarak yazılmış Rusça versiyonu da var ve o da Türkçe’ye çevrilmemiş durumda. Şiirlerine gelince, Nazım Hikmet’in hiç yayınlanmamış, külliyatına girmemiş iki şiirini buldum. Üç tane kitaplarda basılmış ama Türkçe kitaplarına girmemiş Çin şiirleri var, onları buldum. Türkçe’ye çevrilmesi gerek bu şiirlerin de. Bedri Rahmi Eyğboğlu’nun arşivinde yaptığım çalışmada iki hiç bilinmeyen şiirini buldum. Gerçi bir şiiri biliyordum Rusça’sını bulmuştum ama Türkçe’sini bilmiyordum. Nazım Hikmet’in 2008’den bugüne kadar bilinmeyen 8 ya da 9 tane şiiri çıkmış durumda...
NAZIM HİKMET MÜZESİ KURULMALI
Sizi “Nazımolog” olarak adlandırabiliriz de. Nazım Hikmet üzerine birçok çalışmanız, eseriniz var. Ama tek başına bu çabalar yetmiyor, bir müze kurulması şart değil mi? Türkiye’de ve hatta Rusya’da?
Önce Nazımolog lafı için teşekkür ederim. Mütevazılık yapmayacağım, artık ben de kendimi öyle görmeye başladım. Çünkü epey bilgiye ve belgeye sahip olduğumu düşünüyorum. Bunlar biraz tesadüfen oldu. Böyle bir amacım yoktu ama bazı şeyler üstüme kaldı ve ben bunları görev adlettim. Müze meselesine gelince, müze ya da merkez kurulabilir ama bence müze açılmasında gereklilik var. Çünkü Nazım’ın pek çok yerde dağılmış olan pek çok eşyası var. Belki Türkiye’de kişi ve kurumlara eşyaların müzede sergilenmesi gereksiz gelebilir. Ama ben sonuçta Rusya’da büyüdüm diyebilirim. Rusya’daki müzeleri, sanatçıların evlerini gezerken hep “Bizde niye böyle bir şey yok” diye içim giderdi. Puşkin’in Moskova’da Arbat Sokağı’nda 3.5 ay yaşadığı ev bile müzedir ve akın akın insan gelir. Yanlış hatırlamıyorsam bir zamanlar Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği yeni binası için arsa arıyordu ve “O arsadaki ağacın altında Puşkin kitap okumuştu” denerek istenilen arsaya bina yapılamamıştı. Rusya’da böyle bir kültür bilinci var. Bunlar Türkiye’de olmayınca ağrıma gidiyor. Hem bizim kaç tane Nazım Hikmet’imiz var ki? Rusya’da Urallardaki eşyaların buraya gelmesi gerek. Bende birkaç eşya var, bunların tek bir merkezde toplanması lazım. Nazım Hikmet’in karısı Vera Tulyakova da böyle isterdi. Ben umudumu hala yitirmedim. Tabi ki Rusya’da de bir müze olabilir. Çünkü Nazım Hikmet’in Rusya ile Türkiye’yi bağlayabilecek önemli insanlardan olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki kabri bile öyle...
NAZIM’IN KABRİ RUSYA’DAKİ TÜRKLERİN BULUŞMA YERİ
- Peki Nazım Hikmet’in 50. ölüm yıldönümü için özel bir çalışmanız olacak mı?
Aslında benim Nazım Hikmet’in arşivdeki belgeleriyle ilgili bir yayın projem var. Sanıyorum büyük bir kitap olacak ama bunu ölüm yıldönümüne yetiştirmek gibi bir kaygım yok. Benim için Nazım Hikmet’in doğum yıldönümü 17 Ocak daha önemli. Ama tabii 3 Haziran da Rusya’daki Türkler için çok önemli bir tarih. Moskova’daki yıllarımda mezar başında biz 3-5 kişiydik. Vera olurdu, torunu olurdu, birkaç arkadaş o kadar... Fakat 2000 yılından sonra bu durum değişti. İnsanlar daha çok gitmeye başladı. Milletvekillerimiz olsun, sanatçılarımız olsun daha rahat ve sık gider hale geldi. Bunlar güzel ve olması gereken şeyler. Bence Nazım Hikmet’in kabri Türkler için buluşma yeri olmalı.
Aslında dediklerinizden görüşünüzü anlıyorum ama yine de soracağım. Nazım Hikmet’in mezarı Türkiye’ye gelmeli mi yoksa Moskova’da mı kalmalı mı?
Çok baştan net bir şekilde söyleleyim, hiç gerek yok böyle bir şeye. Bu, Nazım Hikmet’in “Vasiyet” şiirinden yola çıkılarak yapılan bir talep. Ama “Vasiyet şiirini yazdığı dönemde Nazım Hikmet Barviha Sanatoryumu’ndaydı ve ölüm endişesi taşıyordu. Şiirinde gömülmek istediği Anadolu, tarlaların orta malı olduğu bir Anadolu... Eğer Nazım Hikmet’in vasiyetine uyulacak diye bir durum söz konusuysa artık öyle bir Anadolu ve öyle” orta malı tarlalar yok. Bence Nazım Hikmet’in gölümü olduğu Novodeviçi Mezarlığı, çok saygın, son derece temiz ve güvenlikli bir yer. Oraya mezarlık demek de çok yanlış olur. Sanat eserlerinin, heykellerin olduğu “andaçhane” gibi bir mekan ve Türklerin de buluşma yeri. Nazım’ın kabri orada olmazsa Türkler nerede buluşur? Ayrıca Nazım Hikmet’in mezarı Boris Yeltsin’in mezarı getirilene kadar mezarlıktaki tören yerinin tam önündeydi. Kabristan’ın en önemli, en kıymetli yerlerinden biri Nazım Hikmet’in yeridir. Bu tabii döneminde Nazım Hikmet’e verilen önemi de gösteriyor. Bunlar hep bir işaret. Dolayısıyla yok edilmemesi lazım, Türkiye olarak o mezarı korumamız gerektiğini düşünüyorum.
BİN TURNAYLA BİR DİLEĞİMİZ VAR...
Bir dileğimiz var. Sergi süresince “Bin Turnayla Bir Dilek” projemiz var. Japon efsanesine göre bin adet kağıttan turna kuşu yaptığınızda dileğiniz oluyormuş. Biz de Nazım Hikmet’in memleketinde, İstanbul’un da bir müzesi olsun diye niyetlendik. Gördüğüm kadarıyla bine yaklaşılmış. Bakarsınız o dilek de olacaktır. Nasreddin Hoca’nın torunuyuz “Ya tutarsa?”, niye olmasın... O zaman kalıcı olacak ve herkesin daha rahat gidebileceği, sadece fotoğraflarının değil; Nazım’ın eşyalarının da sergilenebileceği bir mekan olacaktır. Eğer dileğimiz gerçek olur da Nazım Hikmet Müzesi açılırsa Hacer Sayman’ın tasarlayıp bu sergi için verdiği dilek ağacı ve yapılan turna kuşları da müzede sergilenecek.
Foto: Rusya'nın Sesi Radyosu