Bölgesel krizlerin etkisinde Türk-Rus ilişkilerinin dönüşümü

10 Ekim’de Moskova-Şam seferini yapan sivil Suriye uçağının Türkiye tarafından askeri mühimmat taşıdığı gerekçesiyle indirilmesi bir kez daha Esed rejimi yüzünden Ankara-Moskova hattında tansiyonun yükselmesine neden oldu. Karşılıklı suçlamaların devam ettiği süreçte Dışişleri Bakanları Ahmet Davutoğlu ve Sergey Lavrov’un ikili ilişkilerin zarar görmeyeceğini belirten açıklamalar yapmak zorunda kalmaları yükselen tansiyonun seviyesini gösteriyor. Her ne kadar Suriye uçağının Ankara-Moskova arasında bir krize yol açmasına engel olunsa da bulunan malzemelerin mahiyeti ve askeri mühimmat olup/olmadığı, askeri mühimmat ise sivil bir uçakta bu tip malzemelerin taşınmasının uluslararası hukuka uygun olup/olmadığına yönelik Türk yetkililerin açıklamaları Rus tarafını henüz ikna etmemiş gözüküyor. Nitekim bulunan malzemelerin mahiyetini Moskova’nın kendisinin öğrenmesi gerektiğini belirten Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarını Başkan Putin’in Rusya’nın askeri ihracatını ancak BM Güvenlik Konseyi’nin sınırlandırabileceğine yönelik ifadeleri takip etti.

Yine Rusya, 17’sinin kendi vatandaşı olduğu uçaktaki 35 yolcuya –her ne kadar Ankara tarafından yalanlansa da– Türk yetkililerin nezaketsiz davrandığını iddia ediyor. Rus vatandaşlarının konsolosluk görevlileriyle görüştürülmemesinden de rahatsızlık duyan Moskova yönetimi, Ankara’nın tavrını eleştirmeyi sürdürüyor. Buna karşılık, milliyetçi bir refleks ve büyük güç olma güdüsüyle yurt dışında yaşayan vatandaşlarını her ne şekilde olursa olsun koruma/kollama konusunda gereğinden fazla hassasiyet gösteren Rusya’nın bu eleştirilerini yüksek sesle dile getirmesi Türkiye’yi oldukça rahatsız etmiş bulunuyor. Ankara’nın Suriye krizindeki ilkesel tutumunu Moskova’dakilere tam olarak anlatamamış olmasıyla beraber Putin Rusyası’nın Suriye’de yaşananları küresel güç mücadelesi şeklinde değerlendirmesi bu rahatsızlığın ölçülerini belirliyor.

Uçakta bulunan malzemelerin mahiyetine yönelik bilgiler ise daha çok Rus medyasında çıkan haberlerden oluşuyor. Kommersant gazetesinin verdiği bilgiye göre, uçakta Suriye’deki Rusya menşeli füze savunma sistemlerinde ihtiyaç duyulan radio-lokasyon istasyonları için gerekli 12 kutu teknik malzeme bulundu. Dışişleri Bakanı Lavrov’un gazetenin verdiği bilgileri yalanlamamasının yanı sıra bulunan malzemelerin –sivil bir uçakta taşınmasına rağmen– uluslararası hukuka uygun olduğuna yönelik açıklamaları Rus tarafının meseleyi tamamen farklı bir şekilde ele aldığının da göstergesi. Başbakan Erdoğan ise bulunan malzemelerin askeri mühimmat olduğunu ve bir Rus devlet silah şirketi (KBP) tarafından Suriye Savunma Bakanlığı’na gönderildiğine dair açıklamalarda bulundu. Bunun haricinde ise malzemelerin mahiyeti hakkında ayrıntılı bilgi vermekten kaçındı. Gerginliği daha fazla tırmandırmak istemeyen iki tarafın da hâlihazırda kapalı kapılar ardında malzemelerin iadesi hakkında müzakereye devam ettiğine dair Rus basınında çeşitli haberler çıkmaya devam ediyor. Öte yandan, daha önce kararı alınmış olmasına rağmen Putin’in 15 Ekim’deki ziyaret tarihinin de ertelendiğine dair resmi bilgilendirmenin uçak krizinin yaşandığı dakikalarda yapılması, gezinin ertelenme nedeninin Suriye uçağı ile ilgili olduğu algısını oluşturdu. Ancak kısa bir süre sonra Putin’in Türkiye ziyaretinin 3 Aralık’ta gerçekleşeceğinin duyurulması uçak krizinin ikili ilişkilere gölge düşürmesini önleyici bir hamle oldu. Suriye krizinin Türk-Rus ilişkilerini etkisi altına almasını istemeyen her iki ülkenin de bu açıdan oldukça temkinli davranmakla birlikte kendilerini provokasyona açık bir şekilde konumlandırmamaları çok ciddi önem arz ediyor.

İkili İlişkilerde Üçüncü Aktörler

Aslında Türk-Rus ilişkilerinin gelişme seyrine baktığımızda, bölgesel krizler ve dolayısıyla bölgesel çıkarların bu ilişkiler üzerinde etkisinin oldukça fazla olduğu görülüyor. Daha çok Balkanlar, Doğu Avrupa ve Kafkaslar bölgelerindeki çıkar çatışmalarıyla hatırlanan Osmanlı-Rus İmparatorluğu arasındaki ilişkiler 1920’ler sonrası kısmi ve konjonktürel bir iyileşme göstermişti. Soğuk Savaş döneminde ise Transatlantik güvenliğin en önemli parçası olan NATO’nun sağladığı güvenlik şemsiyesi Türkiye’yi Sovyet tehdidine karşı koruma vazifesi görmüştü. Bu açıdan ikinci dünya savaşı sonrası Rus dış politik algısındaki Türkiye okumalarının çerçevesi ve sınırlarının NATO/ABD süzgecinden geçerek şekillendiği söylenebilir.

Sovyetler Birliği sonrası ise tarihi önyargılar ve olumsuz şuuraltı müktesebatının beslediği bu “negatif algı” biçimi bölgesel krizlerle birlikte sürekli güncellenerek “çıkar rekabeti” kavramı etrafında günümüzde de varlığını –her ne kadar etkisi azalsa da– güçlü bir şekilde muhafaza ediyor. Bu nedenle, Türk-Rus ikili ilişkilerini okurken İngiltere, AB, ABD, NATO ve diğer bazı üçüncü aktörlerin rolünü ve pozitif/negatif etkisini muhakkak göz önünde bulundurmak gerekiyor. Zaten Türkiye ve Rusya arasında siyasi diyalog, karşılıklı ekonomik kazanımlar ve kültürel ilişkiler bağlamındaki yakınlığın tarihte hiç olmadığı kadar son on yılda artması, üçüncü aktörlerin Ankara-Moskova hattındaki “işaret levhalarının” çizdikleri “rotayı” eskisi kadar kendilerinin belirleyememiş olmasıyla doğrudan ilişkili. Bu bağlamda, tarihi olarak güçlü bir arka plana sahip önyargılarla şekillenen Rus dış politik algısındaki Türkiye imajı son on yılda üç önemli dönemeçten geçerek yeni mecrasına doğru akmaya başladı. Dış politik algıdaki Türkiye imajının yenilenmesini ima eden bu dönemeçlerin hepsi ikili ilişkilerin geliştirilmesine yönelik karşılıklı çabalardan ziyade bölgesel krizler tarafından ortaya çıkan yeni konjonktür tarafından şekillendi.

2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgale girişmesi Rusya tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Afganistan’da ABD’ye destek veren Rusya, 11 Eylül’ün Orta Doğu’yu şekillendirici politikalar doğurmasından son derece rahatsızlık duymuştu. Ankara’nın ise ABD’nin bütün baskılarına rağmen 1 Mart 2003’te Irak tezkeresine onay vermemesi, Moskova’nın Türkiye hakkında dış politik algısındaki değişimin başlangıcını oluşturdu. O tarihe kadar Türkiye, Moskova’nın gözünde, ABD/NATO’nun bölgedeki politikalarının kusursuz uygulayıcısı olarak kabul edilirken, reddedilen tezkere bu algıyı değiştirmeye başladı. Bölgesel bir krizde Ankara’nın, müttefiki ABD ile farklı kulvarlarda yer alması veya en azından desteğini Washington’un arzu ettiği ölçüde göstermemesi, Moskova’nın Soğuk Savaş döneminden günümüze değin Türkiye hakkında sahip olduğu dış politik algının yenilenmesini ima etmekteydi.

İkili ilişkilerdeki ikinci önemli dönemeç ise yine bölgesel bir krize yol açan Gürcistan’ın Ağustos 2008’de Güney Osetya’ya müdahalesi neticesinde gerçekleşti. Rusya’nın bu müdahaleye sert tepki göstermesi, ABD’nin Gürcistan’a destek olmak amacıyla Karadeniz’e savaş gemilerini göndermesine neden oldu. Türkiye ise Kafkaslar’ın sınırlarını aşabilecek ve daha da büyük bir gerilime/çatışmaya yol açabilecek ABD’nin bu hamlesini çok ince bir politikayla engelledi. Montrö Sözleşmesi’ni gerekçe gösteren Ankara, ABD’nin bölgeye gönderdiği savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişini sınırlandırdı. Bu ise Rusya’yı iki açıdan oldukça memnun etti. Öncelikle Türkiye, ABD savaş gemilerinin geçişine izin vermeyerek Rusya’nın Gürcistan’daki savaşı rahat kazanmasını ve Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını tanıyarak bölgeyi kendine göre yeniden dizayn etmesini dolaylı da olsa kolaylaştırmış oldu. Kremlin açısından ikinci memnuniyet verici nokta ise Türkiye’nin bir kez daha bölgesel bir krizde ABD politikalarına ters bir çıkış izlemesiydi. Savaşın daha da büyümemesine yönelik Ankara’nın aldığı tedbir bu açıdan en çok Moskova’nın işine yaradı.

Rusya’nın Kafkaslar’da ABD politikalarına engel olacak bir biçimde ve beklemediği bir anda Ankara’dan dolaylı da olsa destek alması böylelikle Moskova’nın dış politik algısındaki yeni Türkiye vizyonunun şekillenmesinde önemli bir kilometre taşı oldu. Bununla beraber, her iki ülke için de karşılıklı dış politik algıda eksikliği hissedilen üst düzey siyasi diyalog, yapıcı dil ve güven unsurlarının yine bu dönemde Erdoğan-Putin ikilisiyle birlikte yürürlüğe girdiği ve zamanla perçinlendiği söylenebilir. Sonuçta ise her iki bölgesel krizde de Türkiye’nin üçüncü aktörlerin etkisinden sıyrılarak ve önceki dönemlere göre daha bağımsız hareket etmesi son on yılda gelişen Türk-Rus ilişkilerinin bam telini oluşturdu.

Son Dönemeç: Suriye Krizi

Genelde “Arap Baharı”, özelde ise Suriye krizi iki ülke ilişkilerini sınayan son dönemeç oldu. Tunus ve Mısır’da iktidar değişiminin kısa sürmesi, Yemen’de farklı dinamiklerle sürecin şekillenmesi, Libya’da ise Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde veto kartını kullanmaması her ne kadar bu ülkelerdeki siyasi değişim açısından farklı görüşlere sahip olsalar da Ankara-Moskova hattında bir gerilimin oluşmasına fırsat vermedi. Ancak “Arap Baharı”nın Türkiye’nin en uzun kara sınırına sahip olduğu Suriye’ye sıçraması yine bölgesel bir krizin Türk-Rus ilişkilerini etkisi altına alabileceğinin habercisi oldu. Zira Esed rejiminin kendi vatandaşlarına yönelik yapmış olduğu “zulmün” uluslararası toplum tarafından tepkiyle karşılanması gerekirdi. Ancak bu ülkede iç içe geçmiş çıkar daireleri halinde mevcudiyetini devam ettiren İran ve Rusya gibi bölgesel ve küresel aktörlerin Suriye’de süregelen çatışmaları algı biçimleri Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Batı dünyasının meseleyi ele alış biçiminden tamamen farklılık gösterdi.

Suriye krizini küresel güç denkleminde kendi açısından “yapısal varlık mücadelesine” çeviren Rusya bu sefer bölgesel bir krizde Türkiye ile dolaylı da olsa henüz aynı çizgide buluşamadı. Zira Türkiye meseleyi insani bir kriz olarak değerlendirip “zulme” karşı ilkesel bir tavır gösterirken, Rusya, meşru bir iktidara karşı dış destekli “isyanın” kabul edilemez olduğunu vurguluyor ve bu isyanın başarılı olmaması için Esed rejimine her türlü desteğini sürdürüyor. Irak ve Gürcistan krizlerinde ABD/NATO’dan kendisini “üslup ve metotta” ayrı konumlandıran Türkiye, Suriye’de ise Rusya’dan “usul ve esas” bakımından farklı düşünüyor ve ona göre hareket ediyor. Dolayısıyla, Suriye meselesinin Türk-Rus ikili ilişkileri açısından Irak ve Gürcistan krizlerine göre çok daha girift olduğu ve zor geçeceği söylenebilir. Bu nedenle, her ne kadar uçak krizinin Türk-Rus ilişkileri bağlamında nasıl sonuçlanacağına dair belirsizlikler sürse de bu ilişkileri etkisi veya hâkimiyeti altına almadan Suriye meselesinin çözülmesi, özellikle son on yıldaki karşılıklı kazanımların zarar görmemesi açısından iki tarafın da en çok arzuladığı seçenek. Yine bu sürecin ikili ilişkiler bağlamında en az hasarla nasıl atlatılacağının Rus dış politik algısındaki Türkiye okumalarının kırılma noktasını oluşturacağı söylenebilir.

Netice itibariyle ise Suriye uçağının indirilmesi süreci birden fazla ve çok taraflı okumayı beraberinde getiriyor. Gerek resmi düzeyde söylem bazında süre gelen karşılıklı atışma ve restleşmeler gerekse kamu diplomasisinin yeterince aktif ve verimli kullanılamaması son on yılda geliştirilen ve hâlihazırda stratejik ortaklık seviyesine yakın seyreden Türk-Rus ikili ilişkilerinin bölgesel çaptaki krizlerin negatif etkilerine açık halde olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu ise daha çok ekonomik kazanımlar ve enerji projeleriyle çerçevesi belirlenen ikili ilişkilerin bölgesel çıkarlarla beraber yeniden tanımlanmasının veya en azından bu ilişkilerde yapısal bir dönüşümün artık gerekli olduğunu ima ediyor. Zira karşılıklı dış politik algılardaki “güven” unsurunun yerleşmesi ve bunun “pozitif bir gündeme” evrilmesi ancak böyle yapısal bir dönüşüm sonucunda mümkün gözüküyor.