Türkiye Rusya’dan S-400 alacak mı? Mitler ve gerçekler
Rus-Türk ilişkilerinin geçen yıl yaşanan krizin ardından tekrar normale dönmeye başlamasıyla birlikte, rafa kaldırılan S-400 füze savunma sistemi alımı da iki ülke gündemini oldukça meşgul ediyor.
Konuyla ilgili Cumhurbaşkanlığı ve Kremlin’den çelişkili açıklamalar gelmesi, Türkiye’nin S-400 alımına ABD'nin açıkça karşı çıkması ve yaşanan diğer gelişmeler birçok soru işaretini de beraberinde getirdi.
İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden Dr. Sıtkı Egeli, kokpiit.aero sitesinde yayınlanan makalesinde S-400 alımı, hava savunma sistemi ve Türkiye-NATO ilişkileri ile ilgili mitleri ve gerçekleri kaleme aldı.
Dr. Egeli’nin makalesi şu şekilde:
Rusya’dan S-400 hava ve füze savunma sistemlerinin satın alınmasına yönelik imzaların atıldığı haberleri kamuoyunun ilgisini çekmeye devam etmekte, konu çeşitli boyutları ve olası yansımalarıyla yazılı ve görsel basında tartışılmaktadır. Ancak, konunun çok karmaşık bir yapı arz eden teknik, teknolojik, tarihi geçmiş ve dış politika boyutlarını derinlemesine incelemeden ve tam manasıyla anlamadan yapılan çeşitli yorum ve akıl yürütmeler ciddi hatalar içermekte, kamuoyunun bilerek veya bilmeyerek yanlış yönlendirilmesi sonucunu doğurmaktadır. Son dönemde ortaya atılan hatalı bazı iddia ve yorumlar ile bunlara ilişkin düzeltmeleri aşağıda sunmaya çalıştım:
1)Rusya’dan alınacak S-400’ler sayesinde en nihayet NATO’dan bağımsız hava ve füze savunma yeteneğini elde edeceğiz:
S-400’lerin çok yetenekli ve Batı’daki Patriot gibi muadillerinden üstün hava savunma sistemleri olduğu doğrudur. Ancak, son 50 yılın tecrübeleri doğrultusunda şekillenen modern hava savunma konsepti, hava savunmasının tek bir sistem ve çözüme dayandırılmasından ziyade, birbirini destekleyen, yedekleyen ve diğerlerinin zayıf yönlerini kapatan çok sayıda algılayıcı, silah ve haberleşme sisteminin birbiriyle entegre şekilde ve yakın eşgüdüm içerisinde çalıştırılmasını öngörmektedir. Aksi takdirde, hasımlar savunma zincirinin en zayıf halkasına yönelerek hava savunma mimarisinin bütününü oradan vurmaya ve çökertmeye çalışacaklardır. Bir örnekle izah etmek gerekirse, uzak mesafe ve orta/yüksek irtifada etkili olduğu bilinen S-400 gibi bir sisteme karşı, savaş uçaklarından ziyade yere sürünürcesine uçan seyir füzeleri veya S-400’ün durduramadığı orta menzilli balistik füzelerle taarruz edilmesi beklenmelidir.
Modern hava savunmasında, sistemin bir unsurunun algılayamadığı veya durduramadığı hedeflere karşı diğer unsurların devreye girmesi öngörülmüştür. Yine S-400 ile örneklersek, seyir füzesi ve balistik füze tehdidine maruz kalan S-400’leri korumak için daha kısa menzilli hava savunma sistemleriyle HİK (AWACS) uçaklarınca yönlendirilen savaş uçakları ve hatta NATO’nun füze savunma unsurlarının devreye girmesi gerekecektir. Böylesi entegre hava savunma yapılanmasının başarıya ulaşmasının ön şartıysa, bütünü oluşturan tüm unsurların birbirleriyle anında ve yoğun iletişim ve veri alışverişi içerisinde bulunabilmesidir. Buna karşılık, satın alınacak S-400’lerin “stand-alone” yani tek başına kullanılacağının resmen ilan edilmiş olmasının anlamı şudur: NATO’nun komuta-kontrol-haberleşme omurgasının yanısıra, NATO ile ilintili milli komuta-kontrol-haberleşme ağının bazı unsurlarından S-400’ler istifade edemeyecektir. Başka bir ifadeyle, S-400’ler sadece kendi radarlarının tespit ettiği hedeflere füze fırlatabilecek, ama diğer sensörlerin, örneği havadaki HİK uçaklarının veya NATO’ya ait erken ihbar radarlarının gördüğü, ama S-400’ün kendi radarının göremediği hedeflere angaje olamayacaktır. Havadaki uçaklarla hedef bilgisi paylaşımı ve tahsisini mümkün kılan NATO’ya ait Link-16 sisteminin ve Mod-5 dost-düşman sorgulama sisteminin S-400’lere entegre edilemeyecek olmasının da, havadaki dost unsurlar açısından ciddi bir “dost ateşi” tehlikesi yaratacağı unutulmamalıdır.
Tüm bunlar, S-400’lerin hava savunma etkinliğinde ciddi bir düşüş yaratacak ve bu denli büyük mali kaynak bağlanan bir silah sisteminin potansiyelinin sadece küçük bir kısmından yararlanılabilmesi sonucunu doğuracaktır. Yani, burada sorgulanması gereken önemli bir boyut, S-400’lere harcanacak takribi 2,5 milyar doların maliyet-etkinliği ve kıt kaynakların en etkin kullanım prensibine uyup uymayacağıdır. Dikkatimizi S-400’ün füze savunma kabiliyetine çevirdiğimizdeyse, yapılacak analizin çok basitleştiğini görmekteyiz; zira standalone yani tek başına kullanım durumunda, sadece S-400 değil diğer tüm hava savunma sistemlerinin füzesavar kabiliyeti neredeyse sıfırlanmaktadır. Fırlatılan balistik füze S-400’ün radar menzili dışında kalacağından, ilk tespit ve uyarının uzaydaki erken ihbar uydularınca yapılması, füzenin yaklaşma açısı ve radar menziline giriş anının da S-400 önceden ulaştırılması gerekmektedir.
Aksi takdirde, radar kesit alanı çok küçük olan balistik füze başlığını S-400 kendi radarıyla görene kadar beklediğinde iş işten geçmekte ve angajman için yeterli reaksiyon süresi kalmamaktadır. Türkiye’nin uzaydaki uyduları erken ihbar amaçlı değildir ve balistik füze saldırılarına ait uyarılar sadece ABD uydularından ve NATO üzerinden alınabilmektedir. Dolayısıyla, NATO veri ağına entegre olamayacak S-400’lerin balistik füzeleri durdurabileceği varsayımı, hoş ama boş bir hayalden öteye geçemeyecektir.
2)Türkiye önce Çin, sonra Rusya’yı tercih etmek zorunda kaldı. Çünkü Batılı müttefikleri hava savunma teknolojisini paylaşmaya yanaşmadı:
Dayanaksız ve hatalı bir iddia daha… Hava savunma sistem ihalesi ilk açıldığında, rafta hazır sistem alımına yönelik bir tedarik projesiydi. Türkiye tarafından o aşamada istenmediği için, ihaleye katılan firmaların tekliflerinde kapsamlı teknoloji transferi yer almamaktaydı. Karar aşamasına yaklaşılırken Türkiye hedef büyüttü, kapsamlı teknoloji transferini ve yerli imalatı da proje isterlerine dahil etti. Çin, bu talebe daha esnek yaklaştığı, ayrıca en düşük fiyatı teklif ettiği için ihaleyi kazanan ülke oldu. Ancak, sözleşme müzakereleri safhasında Çin’in çok genel ve muallâk nitelikteki teknoloji transferi teklifi somut ve bağlayıcı taahhütlere dönüştürülemedi. Bu gelişmenin, Çin ile müzakerelerin kesilmesi ve ihalenin iptal edilmesinde etkili olduğu hükümet çevrelerine yakın medya organlarınca rapor edildi.
Bu arada, bir yandan Çin’le müzakereler sürerken, diğer yandan da Fransa-İtalya ortaklığıyla teknoloji transferine ve yeni nesil füze savunma sistemlerinin birlikte geliştirilmesine yönelik daha kapsamlı ve tatminkâr görüşmelerin gerçekleştiği zaman zaman basına sızmaktaydı. Nitekim, bundan yaklaşık iki hafta önce mutlu sona ulaşıldığı, Türkiye’nin yerli hava/füze savunma sistemlerinin Avrupa ile birlikte geliştirilmesine yönelik anlaşmanın imzalandığı Milli Savunma Bakanı’nca açıklandı. Bunun açık ve net anlamı, Türkiye’nin teknolojik ve endüstriyel beklentilerini tatmin eden teklifin Çin’den veya Rusya’dan değil, Avrupa’dan gelmiş ve kabul görmüş olduğudur.
Rusya’dan S-400 alımı ise, en yetkili ağızlarca da ifade edildiği üzere acil harekat ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik bir girişimdir. 1-2 sistemin muhtemelen yurtiçi montajının yapılması ihtimalinden söz edilmiş, ama kapsamlı teknoloji transferine dair herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Dolayısıyla, Rusya’dan S-400 hazır alımını teknoloji kazanımıyla ilişkilendiren tüm haber ve yorumlar, yıllar içerisindeki gelişmeleri yeterince yakından takip etmemekten kaynaklanmakta, kamuoyunun yanlış bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi sonucunu doğurmaktadır.
3)Kıbrıs Rum Kesimi 1998’te Rusya’ya S-300 sipariş ederken NATO müttefikleri itiraz etmemiş, NATO sistemlerine entegrasyon konusunu gündeme getirmemiştir:
Geçmişteki olayları o günün koşullarını göz ardı etmek suretiyle ve günümüz şartlarının merceğinden yorumlamanın güzel bir örneği… Her şeyden önce Kıbrıs Rum Kesimi NATO’ya üye değildir, hatta S-300’leri sipariş ettiği 1998 yılında henüz Avrupa Birliği’ne de katılmamıştı. Dolayısıyla, NATO’nun ittifaka üye olmayan üçüncü bir ülkenin silah alımına itiraz etmesi ya da alınacak sistemin entegrasyonunu gündeme getirmesi söz konusu olamazdı.
Kaldı ki, Batı’nın ve NATO’nun tehdit algıları bakımından, 1990’lı yılların Rusya’sıyla günümüz Rusya’sı arasında dağlar kadar fark vardır. 2000 yılında Putin’in başa geçmesiyle Rusya peyderpey Batı’nın en birincil askeri tehdidine dönüşmüş ya da dönüştürülmüştür. Komünizmin ve SSCB’in çökmesi sonrasındaki dönemde kolu kanadı kırılmış, askerlerini beslemekten bile aciz o günün Rusya’sıysa, bırakın NATO tarafından tehdit olarak görülmeyi, Avrupa ülkelerinin savunma sanayii alanında işbirliği yaptığı, ortak silah geliştirme projeleri hayata geçirdiği bir diğer Doğu Avrupa ülkesi konumundadır. Attığı adımlar, sattığı silahlar kimseyi kaygılandırmamaktadır.
4)Yunanistan’da da S-300 sistemleri mevcuttur ve bunlar 2013 yılından itibaren NATO sistemleriyle birlikte çalışabilmektedir. O zaman NATO’nun bize itirazı neden?:
Yunanistan’ın envanterindeki S-300’ler, bundan 20 yıl önce Kıbrıs’ın Rusya’ya sipariş ettiği, ama Türkiye’nin şiddetli itirazlarını yatıştırmak ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki askeri sürtüşme ihtimalini bertaraf etmek için Yunanistan’a devredilen sistemlerdir. Bu devir, o günün şartlarında ABD ve NATO tarafından ehvenişer bir ara formül olarak benimsenmiştir. Füzeler Türkiye’ye ve diğer NATO unsurlarına görece uzak Girit adasına konuşlandırılmış, NATO’nun komuta-kontrol omurgasına ve Yunanistan’ın envanterindeki Batı menşeli Patriot ve Hawk hava savunma sistemlerine entegre edilemedikleri için takip eden 15 yıl süresince kullanılmamışlardır. Konunun askeri gizliliği ve hassasiyeti sebebiyle açık kaynaklarda fazlaca bilgiye rastlanmasa da, S-300’lerin Yunanistan tarafından ilk defa ateşlendiği 2013 yılında NATO komuta-kontrol ağıyla irtibatın sesli telsiz muhaberesiyle sağlandığı, yani savunma dilindeki tabiriyle arada elektronik “hava boşluğu” bırakıldığı anlaşılmaktadır. Sonradan NATO’ya üye olan Doğu Avrupa ülkelerinin envanterinde mevcut eski Sovyet radarları ile hava savunma sistemlerinin NATO bünyesine dahil edilmesinde de aynı yola başvurulmuştur. Yani, entegrasyon konusunda Türkiye’ye özel ve ayrımcı bir uygulamadan bahsedilemez.
5)Daha önce seçilen ama iptal edilen Çin füze sisteminin, Türkiye’nin geliştireceği arayüz sayesinde NATO sistemleriyle birlikte çalışabileceği NATO çevrelerince de idrak edildiği halde, NATO siyasi nedenlerle bu fikre karşı çıktı. Şimdi aynı gerekçeyle S-400’e de karşı çıkıyor:
Uluslararası güvenlik gündemini yakından takip eden herkesin hakkını teslim edeceği üzere, Çin son yıllarda siber casusluk konusunda Dünya lideri bir ülkedir. Başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin veri ve iletişim sistemlerine sızdığı veya sızmaya çalıştığına dair sayısız örnek mevcuttur. Bu sızmaların, askeri ve ticari bilgileri çalmanın yanı sıra, gelecekteki siber saldırıların istihbari altyapısını oluşturmakta kullanılacağı sır değildir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Çin füzelerini seçtiği zaman geliştirileceğini söylediği arayüz ne kadar güvenilir ve emniyetli olursa olsun, NATO’nun Kutsal Kâse’si sayılabilecek komuta-kontrol-haberleşme-istihbarat omurgasının bir ucunun Çin teknolojisi ve Çin menşeli bir sistemle irtibatlandırılmasına yönelik ciddi şüphe ve tereddütler olagelmiştir. Aynı durum, Rusya menşeli hava savunma sistemleri için de geçerlidir ve geçerli olmaya devam edecektir. Türkiye’nin önce Çin’den, sonra Rusya’dan hava/füze savunma sistemi satın alma kararına Batı tarafından getirilen eleştiri ve itirazların hem ticari, hem de siyasi boyutunun bulunduğu yadsınmaz bir gerçektir. Son birkaç yıldır ve özellikle de 15 Temmuz sonrası dönemde Batı ülkelerinde, Türkiye’deki “Atlantikçi” tabir edilen Batı ve NATO yanlısı askeri kadroların elimine edildiği, doğan boşluğunsa Rusya ve Çin ile yakınlaşmayı savunan “Avrasyacı” kadrolarca doldurduğuna dair yoğun bir haber ve makale bombardımanı sürmektedir.
Ayrıca, NATO ve Avrupa Birliği’ndense, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Türkiye’ye daha uygun olduğu manası çıkartılabilecek siyasi mesaj ve söylemler Batı’da kafaları daha da karıştırmaktadır. Batı kamuoylarındaki muhtelif iddia ve yorumları karşılayacak diyalog ve soğukkanlı açıklamalar yerine, tırmandırıcı ve suçlayıcı üsluba başvurulmasının bir işe yaramadığı, iddia ve yorumların hız kesmeden sürüyor olmasından anlaşılmaktadır. Füze savunma sistemi gibi milyarlarca dolar değerinde ve ciddi stratejik veçheleri bulunan bir tedarik projesinde önce Çin, ardından Rusya’nın tercih edilmesi, ister istemez Batı’da son dönemlerde zaten var olan “Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor” algısı ve şüphesiyle birleşmekte, dolayısıyla konunun teknik, teknolojik ve askeri boyutlarıyla ele alınmasını güçleştirmektedir.
6)NATO’nun füze savunma şemsiyesi yetersizdir, çünkü Türkiye’nin güney ve güneydoğusu, teknolojik ve coğrafi kısıtlardan dolayı NATO’nun koruma kalkanı dışında kalmaktadır. Bu açık, ancak Türkiye’nin kendi füze savunma sistemini geliştirmesiyle kapatılabilecektir:
NATO 2011 yılından itibaren, en başta Türkiye olmak üzere İttifak’ın güneydoğusundaki ülkeleri balistik füze saldırılarından koruyabilmek için Akdeniz’in doğusunda füzesavar yeteneği haiz ABD savaş gemileri bulundurmaktadır. Ancak, Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusundaki illerin bu gemilerden fırlatılacak savunma füzelerinin önleme geometrisinin dışında kaldığı, dolayısıyla Türkiye’nin doğusuna bu gemilerce korunma sağlanamayacağı bilinen ve NATO tarafından da hesaba katılan bir gerçektir. Çözüm olarak, NATO’nun EPAA füze savunma stratejisinin 2016 yılında uygulamaya geçen ikinci fazından itibaren, bir kriz anında Türkiye’nin doğusuna ABD’ne ait THAAD seyyar füze savunma sistemlerinin konuşlandırılması, böylece orta ve uzun menzilli füzelere karşı bu boşluğun kapatılması öngörülmektedir. Başka bir deyişle, bölgenin NATO tarafından korunamadığı, 2016 yılı öncesine eski ve hatalı bir bilgidir. Doğal olarak, NATO’nun verdiği garantilerin ve örneğin kriz anında THAAD konuşlandırılması taahhüdünün ABD tarafından yerine getirilip getirilmeyeceği sorgulanabilir ve bu konuda çeşitli görüş ve öngörüler ortaya atılabilir. Buna karşılık, NATO’nun füze şemsiyesindeki zaafın ancak Türkiye’nin kendi savunma sistemlerini geliştirmesiyle giderilebileceği çıkarımı doğru değildir. Zira Türkiye’nin milli olarak geliştirmeyi hedeflediği hava ve füze savunma sisteminin, en azından ilk aşamada Patriot, SAMP-T veya S-400 muadili bir çözüm olacağı, dolayısıyla sadece atmosfer içerisinde önleme yapabileceği anlaşılmaktadır. Bu sınıftaki hava savunma sistemleri, menzili 1,000 km’den daha uzun balistik füzeler karşısında etkisiz kalmaktadır. 1,000 km’den daha fazla yol alan balistik füzelerin durdurulabilmesi içinse uzayda önleme yapılmasına, yani yarıyol füze savunmasına ve bununla ilgili gelişmiş uzay teknolojilerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu imkâna halihazırda sadece ABD ve bir nebze de İsrail sahiptir. Türkiye’nin de içerisinde yer alacağı anlaşılan Avrupa ülkelerinin ortak füze savunma girişimlerinden somut sonuçlar alınabilmesi ve yarıyol önlemesi yapabilecek bir füze savunma sisteminin hazır hale gelebilmesi içinse asgari 10 yıla ihtiyaç vardır. Bunun anlamı, en azından kısa ve orta vadede Türkiye’nin füze savunması için NATO’dan başka tutunabileceği dalın ve yaratabileceği ikinci bir seçeneğin olmadığı gerçeğidir.
7)NATO’ya güvenemeyiz. Batı artık Türkiye’nin düşmanı. Hava savunmamızı sadece S-400’lerle güvenceye alabiliriz:
Son dönemde Türkiye’nin NATO ve özellikle ABD ile dış politika ve askeri güvenlik çıkarları ve önceliklerinin örtüşmediği yadsınmaz bir gerçek. Buna karşılık, şu anda Rusya ile Türkiye arasındaki detant halinin ve birbirine müsamaha gösterme durumunun ilelebet sürmesini beklemek, hele hele bu ilişkinin bir tür ittifak niteliği taşıdığı zannına kapılmak, olsa olsa aşırı iyimserlikle karışık bir naiflik olarak nitelendirilebilir. Türkiye-Rusya ilişkilerinin son 250 yıldaki tarihi seyrini tamamen unutsak bile; Suriye, Ermenistan, Kafkaslar, Doğu Akdeniz, Karadeniz havzası veya Orta Asya’da iki ülkenin neredeyse taban tabana zıt emellerini ve bunlara bağlı rekabet ve çatışma eksenlerini göz ardı edemeyiz. Bu gerçeği bir kenara not ettikten sonra, S-400’ü her şeyden önce elektronik ve yazılım içeriği yüksek bir silah sistemi olarak görmemiz gerekiyor. Diğer tüm muadilleri gibi o da dışarıdan elektronik karıştırma ve müdahaleye açık bir sistem. Bunun nasıl yapılabileceğini ve sistemin zayıf noktalarının neler olduğunu en iyi bilebilecek konumdaki ülkede de, doğal olarak üreticisi olan Rusya. Nasıl ki bugüne kadar ABD’nden satın alınan silah sistemlerinin ABD’nin kendisine veya müttefiklerine karşı kullanılmasının elektronik ve yazılımsal olarak engellenebileceği farz ve kabul edilmişse, S-400 gibi son derece karmaşık ve tüm detaylarına hâkim olunması zor bir sisteme yönelik Rus müdahalesi ve engellemelerini beklemek de aynı oranda gerçekçi olacaktır. Daha açık bir ifadeyle, kimse S-400’ün Rusya’ya karşı ve Rusya’ya rağmen kullanılabileceğini ümit etmemelidir. Ne yazık ki zaman zaman sürtüşmeler yaşadığımız diğer komşularımıza bakıldığında da, durum çok farklı değil. Çünkü, S-400 ile aynı aileye mensup ve temelde S-400’le benzer veya aynı tespit, teşhis, güdüm, kontrol ve muhabere alt sistemlerini kullanan S-300 sistemleri Yunanistan, Ermenistan ve İran’ın envanterlerinde bulunuyor. Bu üç ülkenin de Rusya ile bizden daha yakın askeri ve siyasi ilişkiler içerisinde bulunduğunu, ayrıca uzun yıllardır Rus savunma sanayiinin gedikli müşterileri arasında yer aldıklarını unutmamalıyız. Bunun anlamı şu: olası bir kriz ya da çatışma durumunda, sistem zayıf noktalarının ve karıştırma tekniklerinin paylaşılması gündeme gelirse, Rusya’nın tercihinin Türkiye’den yana olacağının hiçbir garantisi yoktur.
8)Başımız sıkıştığında NATO yardıma gelmekte nazlanıyor. Zaten bugüne kadar ne faydasını gördük ki? Türkiye hep veren taraf oldu:
Bu itham ve serzenişin sayfalar sürebilecek siyasi veçhelerine fazlaca girmeyerek, konuyu füze ve hava savunması açısından ele alacağız. Her şeyden önce, NATO’nun 1991, 2003 ve 2013 yıllarında Ankara’nın çağrısı üzerine Türkiye’ye üç kez hava savunma sistemleri gönderdiğini hatırlamalıyız. Geçmişte bazı NATO müttefiklerinin bu konuda ayak dirediği ve çatlak sesler çıkardıkları, ayrıca karar ve konuşlandırma süreçlerinin yavaş olduğu doğru. Ama sonuçta, her talep edildiğinde NATO bataryalarının Türkiye’ye konuşlandırıldığını gördük. En son Almanya ve ABD’nin Patriot bataryalarını çok ani ve Türkiye’yi kızdıracak şekilde geri çekmiş olmasına karşın, İspanya ve İtalya’ya ait sistemlerin görevi devraldığı ve halen Türkiye’de bulundukları da bir gerçek. Bu durumda, NATO’ya haklı olarak bazı eleştiriler yöneltirken, Türkiye’nin biraz empati yapmasında, örneğin geçmişte Çin füzeleri, daha yakın zamandaysa S-400’lerden yana tercih kullanmasının NATO müttefiklerince nasıl algılandığını anlamaya çalışmasında da fayda var.
İhtiyaç halinde ABD’nin, Hollanda’nın veya diğer müttefiklerinin savunma sistemlerinin kendisinin yardımına geleceğini beklentisine sahip Türkiye, S-400 gibi NATO’ya entegre edilemeyecek bir hava savunma sistemi tedarik etmekle, aslında başka bir ülkenin, örneğin Baltık Cumhuriyetleri’nden birisinin başı sıkıştığında yarıma koşmak gibi, ittifak taahhütlerini yerine getirmek gibi bir öncelik veya niyetinin olmadığını daha baştan ilan etmiş olmuyor mu? Bu tavrı ve pozisyonu, son dönemde NATO ülkeleri arasındaki “free-rider”, yani “beleşçilik” tartışma ve suçlamaları açısından ele almak da mümkün. Ayrıca, Türkiye’nin yaptığını yarın diğer tüm NATO üyeleri yapmaya başlasa ve birbiriyle uyumlu olmayan, NATO yapılanmasına entegre edilemeyecek sistemleri tedarik etmeye başlarlarsa, NATO’nun ortak savunma örgütü etkinliğinden bahsedilebilir mi acaba? Kıssadan isse; çuvaldızı başkasına batırırken, biraz da iğneyi kendimize batırmayı deneyebileceğimiz…
Makalenin orijinalini kokpit.aero sitesinden okumak için buraya tıklayınız.
HABERRUS