Savaş tamtamları - YORUM
Yıllar boyunca büyük savaşların nasıl başladığına kafa yordum. Tarih kitapları bizim için zincirler örüp, “Arşidük şurada vurulmuştu”, “Bilmem ne ittifakı şurada kurulmuştu” gibi açıklamalarla savaşı izah etmeye çalışsa da ben izan edemedim, ikna olamadım. Milyonlarca insan bir deli diktatör yüzünden nasıl hendeklere koştu? Devletler, masada çözülebilecek sorunları neden cephede çözdü? Naif sorular, farkındayım. Ama şimdi çok daha iyi anlıyorum. Demek ki gücün zehrine tanık olmak gerekiyormuş. Kapanmamış hesapları kurcalamak gerekiyormuş. Bugün Üçüncü Dünya Savaşı arifesindeyken bundan yüz sene öncesini çok daha iyi okumamız lazım. Zira Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen haritalar, yeniden şekillenmekte. Eski aktörler yeni silahlarıyla safları belirleyip bıçaklarını bilemekte. Birinci Dünya Savaşı için, “savaşları bitirecek savaş” diye yazmıştı H.G. Wells. Bu deyim çok tuttu ve Büyük Savaşı tarif etmek için kullanıldı. Görüyoruz ki aslında nice savaşların atasıydı.
‘Kırmızı pantolon: Fransa’
Bir savaşın anatomisini çıkarmak için dönemin sosyo-ekonomik dinamiklerini irdelemek gerek. Tahmin edileceği üzere ancak ikinci savaştan sonra “Birinci Dünya Savaşı” ilan edilen Büyük Savaş öncesinde yeni bir savaş öngörülmüyordu. İmparatorluklar çağında Belle Epoque’un altınları dökülmemiş, güneşi batmayan imparatorluklar sömürgelerinin zenginlikleri ile zenginleşmeye, kristal şatolarını inşa etmeye devam ediyorlardı. Almanya, dünyanın süper gücü olma yolunda hızla ilerliyordu. “Demir Şansölye” Bismarck’ın yönetiminde ekonomi uçmuş, dünyanın ilk sosyal reform devleti kurulmuştu. Almanya, ordusunu büyütüp, otomotiv, silah, ilaç vb. endüstrilerinde liderliğe oynamaya başladığında, İngiltere, Rusya ve Fransa gibi diğer emperyalist güçler, rahatsız olmaya başladı. (Hatta ve hatta, savaş sırasında bütün ülkeler kamuflaj üniformalarına geçerken, “Kırmızı pantolon Fransa demektir” diye haykıran Fransa’nın Savunma Bakanı alizarin boyasının Almanya’dan ithal edildiğini öğrenince, kırmızıdan vazgeçmek zorunda kalmıştı). Derken II. Wilhelm tahta geçti. Meşhur son sözler.
Tek adamlıkta ısrar eden lider
Savaşı bir kişinin üzerine yıkmak elbette haksızlık olur ama Sir Max Hastings gibi dünyanın önde giden savaş tarihçilerine göre II. Wilhelm’in saldırgan, mütecaviz tavrı işleri yokuşa sürmek ve zaten paranoyaklaşmış diğer ülkeleri savaşa itelemekte en önemli etkenlerden biriydi. Son Ger men İmparatoru II. Wilhelm (1859-1941) için tarihçilerin tanımlarına göz attım: Avrupa’nın ninesi Kraliçe Viktorya’nın en büyük torunu Wilhelm’ı hırçın, duygusal olarak dengesiz, düşünmeden hareket eden, patavatsız, nezaketten yoksun ve sabırsız olarak tarif ediyorlar. Ters doğduğu için tek kolu daha kısa olduğundan hayat boyu komplekslere yenik düştüğü söylenen Wilhelm’in takıntılı bir kişiliğe sahip olduğu biliniyor. Alman tarihçisi Thomas Nipperdey’e göre o, her daim huzursuz ve kimseyi dinlemeyen, tek adamlıkta ısrar eden bir liderdi. Dolayısıyla, gücüne gölge düşürecek Bismarck gibilerini hemen ekarte etti. Alman parlamentosu Reichstag’da savaşa karşı olanların esamesi okumadı çünkü tek karar mekanizması kraldı. Bir musibetin ne kötülükler saçabildiğini görüyoruz, biliyoruz.
Önlenebilir miydi?
Peki klasik soruyu soralım: Savaş önlenebilir miydi? Almanlar, daha 1905 yılında Schlieffen planından da görüleceği üzere savaşı kurgulamaya başlamışlardı. Askeri tarihçi Gary Sheffield’a göre Berlin ve Viyana’daki karar alıcıların kendilerine aşırı güveni diğer devletlerin de geri adım atmaması yüzünden kaçınılamazdı. Almanya, Osmanlı ile 3 Ağustos 1914’te gizli bir anlaşma imzaladı, 4 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilan etti. Bu savaşı aile kavgası olarak da yorumlayabiliriz: Asıl aktörler, ilk dereceden kuzen V. George ve Çar II. Nicolas bir tarafta, damarlarındaki İngiliz kanından pek de haz etmeyen II. Wilhelm de karşılarındaydı. Sonuçta toplamda 38 milyon insan hayatından oldu, akabinde Almanlar Versay’da savaşın asıl sorumlusu ilan edildi ve çok ağır yaptırımlarla aşağılandı, bilendi. (Şunu not edelim, Almanya Birinci Dünya Savaşı tazminat ödemelerini ancak 2010 yılında bitirdi). Büyük Savaş’ta askerlik yapmış olan Hitler gibileri, dünyadan intikamlarını 20 yıl sonra alacaklardı.
Ortadoğu’nun haritası
Batı Cephesi, dünyanın o zamana kadar kaydettiği en vahşi siper savaşlarına, 30 ayrı kimyasal gaza, Schrecklichkeit (korkutma) amacıyla katledilen sivillere, Belçika’da patlatılan mayınların 220 km uzaklıktaki Londra’dan duyulabildiği yeni teknolojilerinin ölümcül ürünlerine, milyonlarca insanı öldüren İspanyol gribi gibi salgınlara tanık olurken, Doğu’da ince hesaplarla kesilecek Osmanlı pastası tartışılıyordu. Aslında, Avrupa’da batağa saplanmış İngiltere, başarılı bir asker olarak nam salan Churchill’in de ısrarlarıyla yeni bir cephede moral bulmak istiyordu. İngilizler, onlarca yıldır savaştan yılmış, en sonunda Balkan Savaşlarıyla kırılmış “Hasta Adam”ı kolayca düşürebileceklerini, İstanbul’u iki hafta içinde ele geçirebileceklerini düşünüyordu. Operasyonun beyni, Ortadoğu masasıydı. Şark satrancını Kahire’den yönetmek için Kasım 1915’te “Arap Ofisi” kuruldu. Arabistanlı Lawrence ve Gertrude Bell gibi Ortadoğu casusları ve uzmanlarının bilgi ve ilişkilerini kullanarak strateji belirlediler. Bell’in gözlemlerine dayanarak Arabistan’da Raşit’ler değil de Haşimiler’in lideri Suud ailesi desteklendi. 1914 Şam Protokolü’ne göre Haşimiler’in önderi Şerif Hüseyin’e Osmanlı’ya karşı ayaklansın diye aylık 200 bin Sterlin bağlanıp silah gönderildi. Haziran 1916’da Arap Ayaklanması başladı. Kahire’deki grup isyanı şahlandırmak için bir de bayrak çizdi. Bu bayrak, daha sonra Ürdün, Filistin, Sudan, Suriye ve Kuveyt’in bayraklarına örnek oldu. Aynı grup, bugün çatırdayan Ortadoğu’nun haritasını çizecekti.
Bugünkü kaosun tohumları
IŞİD’in her fırsatta dillendirip yeniden çizmeye çalıştığı “Sykes-Picot” haritası Mayıs 1916’da belirginleşti. Ortadoğu, İngilizler ve Fransızlar arasında paylaştırıldı. Suriye’nin Fransızlara verilmesini hiçbir zaman hazmedemeyen İngilizler arasında ciddi gerginlikler çıktı. Bugünün kaosunun tohumlarının 1916’da atıldığını çok net görüyoruz: Antlaşmanın çizdiği suni sınırlar, Sünni/Şii denklemlerinin gözetilmemesi, lokaldeki siyasi koşulları düşünmeksizin atılan adımlarla çatırdamaya mahkûm bir Ortadoğu inşa edildi. (Savaştan sonra yeni koşulları tartışmak için toplanılan Paris Konferansı’nda bir “uzman”, Irak’ta Şii çoğunluğun olmadığını savunacak kadar bilgiliydi! Anlayacağınız, ileride sağlıklı bir Ortadoğu ile ne kadar alâkadar oldukları belliydi). Kısacası Romalılardan öğrenilen “böl ve yönet” vecizesi bilfiil uygulandı.
‘Kaynak laneti’
Gelelim savaş ganimetlerine. Almanlar, Ortadoğu’nun kara altınını çok önceden keşfetmişti. İngiliz ve Fransızlar, Asya, Amerika ve Afrika’yı kapatmışlardı; sömürgelerden kaynakları karşılıyordu. Almanya bu eksiğini Osmanlı’yla telafi etmeliydi. O yüzden “Penetrasyon Pasifik” namlı bağımlılık siyasetini güdüp Osmanlı’ya silah ve beyin gönderdi. 1600 kilometrelik Berlin- Bağdat demiryolu amme hizmeti değildi elbet.
Alman jeologlar Musul, Kerkük ve Basra’daki rezervleri keşfettikten sonra Deutche Bank, Osmanlı’dan yeraltı kaynaklarının haklarını aldı. Benzinle ilk çalışan arabaların Otto motorları ve dünyadaki en gelişkin çelik sanayisinin Alman olduğunu düşünürsek Kayzer’in Osmanlı sevdasını daha iyi anlarız. İngiliz bahriyesi 1911’de kömürden petrole geçti. O yüzden Ortadoğu’da kazanmak müttefikler için elzemdi. Petrolün, savaşın en büyük faktörlerinden biri olduğunu en iyi anlayan ilk lider Churchill’di. Böylece yüzyıl sürecek savaşlar silsilesi başladı, tükenene kadar da devam edeceğe benziyor. “Kaynak laneti” denilen şey de tam anlamıyla bu.
'Bir tekiniz hayatta kalmayacak'
Büyük Savaş’ın doğurduğu asıl savaşa gelecek olursak... Bugün yaşadıklarımızı göz önünde bulundurunca, her şey çok tanıdık geliyor. Toplama kampına gönderilip şans eseri kurtulan kimyacı yazar Primo Levi’nin “Boğulanlar Kurtulanlar” kitabından şunu öğreniyoruz: Bu suçları işleyenlerin içi rahattı zira Naziler kurbanlarına şöyle diyordu: “Bu savaş nasıl sona ererse ersin, size karşı savaşı biz kazandık; tanıklık etmek için bir tekiniz bile hayatta kalmayacak; ama biriniz kaçmayı başarsa bile, dünya onun anlattıklarına inanmayacak.” Bu cümleleri okurken ister istemez şu an yaşadıklarımız aklıma düşüyor. Bugün yaşadıklarımızı araştırıp yazmayacaksak, yarın birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız? Eğer İkinci Dünya Savaşı’ndan bir ders çıkaracaksak, o da bu olmalı. İntikam duygusunun ne kötülükler doğurduğunu ve ne fesat döngüye döndüğünü İsrail’de de görüyoruz, ülkemizde de. Ölüm fügünden çıkmanın tek yolu, önce bilmek, sonra “göze göz, dişe diş” hıncını bir kenara koymaktır.
Evsiz, yurtsuz, hayatsız kalanlar hatırlanmalı
Tarih kibirli liderlerden ve savaş kahramanlarından bahsetmeyi sever. Oyunun kuruluşu ve oynanışıdır haber olan. Madalyonun öteki yüzü hiç de şaşaalı değildir. Arka planda göçe zorlanan milyonlar, Stalin’in dediği gibi, istatistiğe indirgenir çoğunlukla. Bugün dünya, tarihin en büyük göç kriziyle karşı karşıyayken, Balkan Savaşları, Çerkez ve Ermeni kıyımları ve Dünya Savaşları’nın evsiz, yurtsuz, hayatsız bıraktığı milyonlarca insanı hatırlamalı/ hatırlatmalı. Mesela, 1921 yılı boyunca sayısız mültecinin Irak’a akın ettiğini not etmeliyiz. Ya da 1922 yılının martında, İhvan Kardeşliği’nin Fırat’ın eteklerinde IŞİD’i aratmayacak akınlar düzenleyerek kendileri gibi Sünni olmayan insanları katlettiğini... Tarihin tekerrür ettiğini söylemeyeceğim, zira nüanslardır renk ve katman katan ama pek çok illettin farklı şekillerde tekrarlandığını görüyoruz. Temel çürük olunca, yıkım kaçınılmaz oluyor.
Şaire kulak verin
Günümüzü kangren eden bütün bu çürük temeller Birinci Dünya Savaşı sonrasında atıldı. Dört İmparatorluğun çöküşüyle yeni ülkeler icat edildi. Muzaffer devletler, savaş sonrasında Sünni liderlerin Şii çoğunluk, Şii liderlerin Sünni çoğunlukların başına geçirilmesine, Kürtlerin bağımsız bir Kürdistan’a kavuşamamasına, Balfur’u takiben Filistin’in ikiye bölünüp Museviler için yepyeni bir vatan oluşturulmasına karar verdiler. Bugün boşuna Üçüncü Dünya Savaşı senaryoları yazılmıyor çünkü eski defterler hiç kapanmadı. Dünya günbegün güvensizleşirken, totaliter devlet zihniyeti ve faşizan lidercikler tekrar hortlamaya başladı. Rusya yüzyıllık hayaline yaklaştı. Biz dalga konusuna dönüşen “değerli yalnızlığımıza” saplandık. İşte tam da bu zamanda, Büyük Savaş’ın en büyük şairine kulak vermek lazım. “Bugün şairin tek yapabileceği şey uyarıda bulunmak” demişti Wilfred Owen, cephede ölmeden önce. Ben de naçiz uyarımla sonlandırıyorum sözlerimi...
Güç bağımlılık yaratır
Kissinger gibileri genç askerleri “cannon fodder” olarak gördü. (Tam tercümesi “top yemi”; başka bir deyişle “harcanabilirler”). Ölümüne yakın Kruşçev’le yapılan bir röportajda, “Hayatın bir noktasında, arabalar, evler, para, kadın ya da yemeğin önemi kalmaz. Ama gücün verdiği yetkiyi kullanmak, işte ondan hiç bıkmazsınız” demişti. Güç kimilerinde bağımlılık yaratır. Güce tapınanların ne kendileri, ne oğulları savaşır kirli savaşlarda. Cephedeki bir asker gibi görmezler, “dünyanın cehennemden daha beter olduğunu”. Bugün savaş tamtamları çalanlar bir düne baksa yarının vahametini anlayacaklardır. Putlaştırdıkları liderlerin aslında birer kukla olduğunu, II. Wilhelm gibilerinin sonunda kaçmak zorunda kaldığını, Hitler’in intiharını hatırlasalar belki böyle bağırmazlar. Kim bilir, belki de kötülük böyle bir şeydir: Arsız, sıradan, cahil bir körlük...