Türk yazar, Rus-Türk ilişkilerindeki yarı unutulmuş tarihin sayfalarını araladı

Rasim Dirsehan Örs’ün “Ruslar, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetinin doğuşu” adlı kitabı Rusça olarak yayınlandı.

Moskova-Ves Mir yayın evinin internette eserle ilgili tanıtımı şu şekilde:

“Geçtiğimiz yıl Türkçe'den Rusça'ya çevrilip, yayınlanan kitap sayısı topu topu 17. Bu rakam, Türkiye gibi hem komşumuz olan hem de gerek iş gerek insan ilişkileri bakımından çok yakın olduğumuz bir ülke için çok yetersiz. Üstelik Türkler ve tarihleri hakkında bilgimiz de çok az. Genç Türk yazarı Rasim Örs kitabında ilişkilerimizdeki en önemli dönemlerden birini ele alıyor. Uzun bir süre kendisini yirmili yılların Sovyet gazete ve dergilerini taramaya vermiş olan yazar, o dönemde iki yeni devlet olan Sovyet Rusya ile Kemalist Türkiye’yi biri birine yakınlaştıran temel konuları ele alıp, çok sürükleyici bir üslupla anlatmayı başarmış. Bu çok ilgi çekici dönemi incelerken yazar, o zamanki ilişkilerin içeriğini, konuya Sovyet gazete ve dergilerinin bakış açısından bakarak, çok net bir şekilde ortaya koymuş. Bu, iki büyük ulusun biri birlerine önyargısız ve dostça bakmayı öğrendiği o zamanları anlatan mükemmel bir deneme.”

Yayınevinin kitaptaki sunuş yazısında da şu ifadeler yer aldı:

"Herhalde bugün Rusya’nın komşularının arasında Türkiye’den daha popüler bir ülke yok. Ruslar Akdeniz sahillerini kanıksayalı epey zaman oldu, alışverişlerde “Made in Turkey” yazılı malların her yerde bol bol karşısına çıkmasına alıştılar. Türk inşaat şirketlerinin Rusya’daki yaptıkları yüksek kaliteli işler hep takdirle karşılandı. Bu ilişkilerin ulaştığı yoğunluğu, istatistik verileri de destekliyor. Türkiye bugün, Rusya’nın dış ticaret hacminde -ABD, Kazakistan gibi ülkeleri bile geçip-, yedinci sırada yer almakta. Ülkelerimiz arasında vizesiz seyahat uygulaması var, pek çok ortak proje gerçekleştirilmekte.

Peki, bize bu kadar yakın komşumuz Türkiye’nin zengin tarihini, farklı uygarlıklardan beslenerek oluşmuş kültürünü, yeterince iyi tanıyor muyuz? Ne yazık ki bu soruya olumsuz cevap verebiliyoruz. Vatandaşlarımız, sadece tarih açısından bakacak olsak bile, 18 ve 19. yüzyıllardaki savaşlardan başka hiçbir şey hatırlamamakta, onda da, ana hatlarıyla bir iki olay dışında, ne olup bittiği hakkında da pek bir şey söyleyememektedir. Türkler için de aynı şeyi söylemek mümkün. Aradaki belki de tek fark, Türklerin Ruslara karşı daha az galibiyet kazanmış olmaları. Ve biz Ruslar güneyden gelecek bir tehdit konusunda daha az endişe ederken, Türklerin kuzeyden gelebilecek saldırılara karşı daha duyarlı olması ve tarihin akışı içindeki yaşananlardan dolayı Ruslara karşı daha fazla kırgınlık duymaları. Ancak bu arada, tarihin akışını etkileyen çok önemli bazı kilit konularda, Rusya’nın varlığı tehdit altındayken, Türkiye (ya da Osmanlı İmparatorluğu) tarafsız kalmak suretiyle, direk ya da dolaylı olarak Rusya’ya yardım etmiş olduklarını anımsamamız gerekiyor. Kendilerince gerekçeleri ne olursa olsun, eğer Türkler 1711 yılında, Prut nehri kuşatmasını kaldırıp, çaresiz durumdaki I. Petro ve ordusunun çekilmesine müsaade etmemiş olsalardı, bu savaşın sonu nice olurdu kim bilir. Ayrıca, 1812 yılında, Fransız imparatorluğunun Rusya’yı istilaya başladığı “La Grande Armêe” seferinde, eğer General M.İ Kutuzov,  Napolyon’un taarruzları öncesi, Türklerle bir barış antlaşması yapmamış olsaydı, ne derece karşı koyabilirdik, bilinmez… En son olarak da, Türkiye’nin, 1941- 1942 yıllarında, Moskova ve Stalingrad’ın yoğun Nazi-faşist baskısı altında çok zor günler yaşadığı dönemlerde Sovyetlere karşı Almanya’nın yanında savaşa girmemiş olduğunu belirtelim. Her ne kadar bu gelişmeler başka türlü olmuş olsa, sonuç nasıl olurdu sorusuna tarih de, yanıt veremiyor olsa bile, bunlar unutulmaması gereken olaylardır.

Kuşkusuz Ruslar ve Türkler aralarında çok savaşmışlardır- bu inkâr edilemez. Ancak bu savaşların çoğunun gerekçesi, Osmanlı ve Rus imparatorluklarının aynı dönemde modernleşme çabalarına girmiş olup, yayılma arzuları yüzünden karşı karşıya geldikleri şeklinde açıklanabilmektedir. Ne var ki, geçmişte (ve günümüzde de) aynı anda girişilen böyle benzer yaklaşımlar, sadece savaşlara ve rekabete yol açmamıştır. Türkiye ile ortak tarihimizde, iki ülkenin biri birlerine yüzlerine dönerek, korku, tehdit karşısında geri çekilmeden, karşılıklı dostluk ellerini uzattıkları, destek verip, işbirliği yaptıkları bir dönem de vardır. Bu dönem, geçtiğimiz yüzyılın yirmili yıllarıdır. Bizim de geleneksel bir dostluk-komşuluk ilişkisinin başlamasından söz ederken işaret ettiğimiz dönem, işte özellikle bu dönemdir.

1. Dünya Savaşı, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları arasındaki son savaş oldu ve iki imparatorluk da tarihten silindiler. Her iki ülke de düşman işgalini, ordusunun dağılmasını, ekonomisinin çöküşünü yaşadı. Ancak yaşanan bu iç karışıklık, politik ve ekonomik geri kalmışlık dönemi, yalnız savaş yenilgilerini getirmedi aynı zamanda Türkiye ve Rusya’nın köklü bir dönüşümünün de başlangıcı oldu. Devrim Rusyası bunu, Lenin’in komünist sloganları doğrultusunda yaparken Türkiye de aynı değişimi, kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusal bağımsızlık ve birlik hedefi doğrultusunda gerçekleştirdi.

Bu yıllarda, galip ülkelerin diktasına ve emperyalizme karşı savaşta kararlı iki genç devletin ortak mücadele etmeyi benimsemiş olmaları, “müttefik”  durumuna geçmesinin en önemli sebebi oldu.  Bu yaklaşım, iki ülkenin tam yirmi yıl boyunca dostça ilişkilerinin temelini oluşturdu.  Devrim Rusya'sının Kemalist Türkiye’ye yaptığı büyük finansal ve askeri yardım, bu ülkenin 1919-1922 yıllarındaki kurtuluş savaşını kazanmasında yardımcı oldu. İki ülke arasındaki yakın ilişkilerin sürdürülmesi, ticaretin gelişmesi daha sonraki dönemlerde Sovyet Rusya’nın ve Türkiye’nin konumlarını güçlendirmesini sağladı. Ancak belirtelim ki,  bu süreçte, iki ülke de kendi çıkarlarını gözeterek, biri birleriyle eş güdüm içinde adımlar atarken, az “yan etki” de yaratmadılar. Günümüzde bile bu konularda -özellikle sınırdaş ülkeler olan Yunanistan, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’da-, yalnızca tarih bilimcilerinin değil politikacıların tartışmaları da sürmektedir. Kitabımızda ise bu konular, yazarın inceleme sahasının dışında kalmaktadır.

Başka bir konuya da dikkat çekmemiz gerekiyor. Profesyonel bir tarihçi olmayan Rasim Dirsehan Örs, yüzyıllardır biri birlerini geleneksel düşman olarak bilen iki ülkenin, tarihte ilk kez, düşmanlık ve kin duygularına karşı aşılanıp, bağışıklık kazandığı bu dönüşümü, keskin bir bakış açısıyla yakalayıp, mükemmel bir şekilde aydınlatmayı başarmış.

Bir diğer önemli konu da, liderlerin ve ideologların siyasi yaklaşımları ne olursa olsun,  Sovyet kitlesel yayın organlarının, o zamanki Türkiye’yi toplum ve ülke olarak, oldukça ilgi çekici, basit ve anlaşılabilir şekilde, eskisinden farklı bir sunuşla okuyucularına anlatabilmeyi başarabilmiş olması. Geri kalmışlıktan kurtulmaya çalışırken, bir yandan da bağımsızlık ve özgürlük için savaşan Türkiye ve onun halkının dramatik kaderi ile ilgili haberler, Rus okurlara, resmi ve ciddi gazeteler “Pravda” , “İzvestiya”nın sayfalarından, popüler “Ogonyok” dergisinin sütunlarından mizah dergileri “Krokodil” ve “Smehaç”ın karikatür ve taşlamalarıyla sunulmuş. Böylece, söz konusu dönem, hep Türkiye’yi Rusya’nın düşmanı olarak gösteren yüzyılların şartlandırması bilgilendirme değerleri silsilesinin de kırılma noktasını oluşturmuş. Sovyet basının o yıllarda oynamış olduğu bu rolün, gelecekteki Rus-Türk ilişkilerinin gelişmesi için ifade ettiği değere paha biçemeyiz. Artık tamamen unutulmuş olan, uluslarımızın biri biriyle dost olmayı yeni yeni öğrenmeye başladığı o yılların anılarını bize geri kazandıran çağdaş Türk yazara teşekkür borçluyuz."