Rus edebiyatına dair
Aylardır, kıyısından köşesinden, Rus yazgıcılığı aklıma takılıyor. Başta Dostoyevski, Çehov’un unutulmaz oyunları, Gogol’ün yol açışları... Hepsi karmakarışık, birbirine geçmiş, birbiriyle bütünleşmiş...
Dostoyevski bütün roman kişilerinde değişken ruh durumları saptar, kimsenin serüvenini yalınlaştırmaz. Dostoyevski’nin içtenlikten anladığı, insanın kendi iç karmaşasını -eserin gerektirdiği yerde- dışa vurmasıdır. Dostoyevski’yi çağdaş romanın babası kılan da asıl bu tutumudur.
Ölüler Evinden Anılar, birtakım korkunç cinayet olgularını içerir. Gelgelelim bu cinayetleri işlemiş kişilerin iç dünyalarında ‘erden’ kalmış yığınla insanî zenginlik belirir. Sonuç: Sibirya da, azılı kıyıcılarla dolup taşar görünmesine karşın, bütün on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sı gibi ezgindir.
Ölesiye acı çekilmektedir burada da. Acı, insanı her şeye, cinayete bile sürükleyebilir. Acının insana yaptırmayacağı yoktur.
Gogol Ölü Canlar’da ezgin toplumun sarsıntılarına kara gülmecenin perspektifinden yaklaşmıştı. Katiller değil, bu kez dolandırıcılar. Eşsiz oyunu Müfettiş’te de aynı tutum karşımıza çıkar: Önde kara gülmece, arka planda içler acısı ortam. Gelgelelim bir türlü önüne geçilemez bu ortamda olup bitenlerin...
Çağımızın sarsıntısını alabildiğine duyumsamış, bu yüzden de herkesin ilencini üzerine çekmiş Nietzsche Ecco Homo’da Rus yazgıcılığına şöyle değiniyordu:
“İnsan hiçbir şeyden sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez, hiçbir şeyi geri çeviremez, her şey yaralar. İnsanlar, nesneler, sırnaşıkça sokulur, yaşantılar pek derinden koyar adama; anı, irin toplayan bir yaradır.
Hastanın elinde tek bir ilaç vardır bunlara karşı: Rus yazgıcılığı dediğim şey, o başkaldırma bilmez yazgıcılık; bununla birlikte Rus askeri sefere artık dayanamaz olunca, karın içine uzanıverir. Bundan böyle hiçbir şeyi kabul etmemek, üstüne almamak, içine almamak, hiçbir tepki göstermemek...” (Can Alkor’un çevirisi.)
İşte bu ürkütücü geri çevirişle ve bu geri çevirişte yepyeni bir gizilgüç oluşur.
Dostoyevski’nin umarsız, kimsesiz insanları da bu gizilgücü yansıtmazlar mı? Onlar her şeyi açık açık söylerler.
İçinde bulundukları koşulların belirledikleri biçimde davranırlar. Suç ve Ceza, cinayetin olduğu kadar, koşulların romanıdır.
Uzun yıllar önceydi, otuzlarımın sonundaydım. Doğum günümdü, Adalet Ağaoğlu bana Vişne Bahçesi’nin Fransızca çevirisini armağan etmişti. O gün uzun uzadıya Çehov konuştuğumuzu hatırlıyorum.
Üç Kızkardeş’te, Vişne Bahçesi’nde, hatta İvanov’da hep bekleyiş vardır. Oyun kişileri bir türlü eyleme geçemezler. Gerçi İvanov canına kıyar ama, bu da bir ‘son’, geleceğe yararsız bir eylemdir. Çok ustaca oyunlar kaleme getirmiş Ağaoğlu, Çehov’un böylesi tercihinde de Rus yazgıcılığını görüyordu.
Gerçekten de okunmuş ya da izlenmiş bir Çehov oyunundan ayrılırken, onca hüznü hem duyumsarız hem de tuhaf bir umutla donanırız. Rekor belki Vanya Dayı’dadır. En acı sözler, en acı ‘son’ Vanya Dayı’da geçer, öte yandan silme umuttur Vanya Dayı...
Birer ‘iç dökme’ olarak okunamaz mı bu eserler?
Elli yılın emeğine, yüz yılın çabasına bakın: Bizde iç dökmeye çok az rastlanılıyor, ünlenmiş, okurla çokça bağ kurmuş romanlar, öyküler ama iç dökmez kişileri. Hele ‘köy romanı’ söz konusu edilecekse, eylem daima ön plana geçmiştir. Hayatta karşımıza çıkmayan eylemler, romanda okuru gelgeç mutluluğa alıp götürür.
Belki de bir ‘umut aşılama’ çabası söz konusuydu. Bununla birlikte Sait Faik’in umutsuzluklarla örülü bazı hikâyelerini düşünüyorum; örnekse “Haritada Bir Nokta”yı, “Tüneldeki Çocuk”u, “Kestaneci Dostum”u, ötekileri. Umutsuzlukları hâlâ sürüyor ama, bahar seli gibi yürek yıkayışları da...