Rusya'ya gelen Türk vatandaşlarının "bekletilme" çilesi devam ediyor
T24 yazarlarından Hakan Aksay bu haftaki köşesinde Rusya ziyaretinde yaşadıklarını ve Rusya'nın Türkiye'ye karşı tutumunu yazdı.
Aksay'ın "Moskova’da uçak düşürmeye eğilimli bir grup Türk..." başlıklı yazısı şöyle:
Moskova’dayım yine. Kent tanıdık, 20 yıl boyunca yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğum nefesi Moskova havasından devşirdim. Ama sağı solu olmayan bir yerdir burası; güneşli günde aniden yağmur yağdırabilir ya da dondurucu kar altında sahte güneş ışıklarıyla sizi aldatabilir. Çekici, yetenekli ve üçkâğıtçıdır. Şimdiki gibi.
Bugün Moskova bir gözüyle bana pek bir tanıdık bakıyor; birbirimizi iliklerimize kadar bilir gibiyiz. Öteki göz şaşılacak kadar soğuk, mesafeli, hatta yabancı; beni ilk kez gördüğü yırtıcı bir hayvan gibi kuşkuyla süzüyor.
Bu bakışı sevmiyorum. İnsanların bu kadar kolay yabancılaştırılmasını ve düşmanlaştılmasını sevmiyorum. Yüzlerce, binlerce özelliği olan birinin, en başta ve temel olarak ulusal kimliği ile algılanmasını sevmiyorum.
Kimilerinin “büyük bir zenginlik” olarak gördüğü farklı ırklara, farklı milletlere, farklı inançlara ait olma halinin yol açtığı gerginlikleri, çatışmaları, savaşları sevmiyorum.
“Nerelisin?” sorusundan nefret ediyorum. Artık eski tadı yok buralarda olmanın. Sürekli olarak, düşen bir uçağın koca gövdesinin bir kenarından geçmeye çalışıyoruz sanki ve her seferinde ayağımız takılıyor, onu bir türlü geçemiyoruz.
Nâzım Hikmet’in 53. ölüm yıldönümü etkinliklerine geldik; Zülfü Livaneli, Nebil Özgentürk ve Kardeş Türküler Grubu ile birlikte.
Vnukovo Havaalanı’nda artık cebinde Türkiye pasaportu olan hiç kimse ilk denemede sınırı aşamıyor. Benimki de dâhil birkaç pasaportu masaya yatırıp merceklerle inceliyorlar önce, sonra sıkılıp kısa kesmeye karar veriyorlar:
“İyisi mi siz grubun bütün pasaportlarını toplayıp bize getirin.” “Neden?” diye soruyorum. Bu soruyu sormanın bedeli, ilave bir hoşnutsuzluk ve bıkkınlık tepkisiyle karşılaşmak oluyor:
“Öyle gerekiyor; biraz daha inceleme yapmamız gerek.”
“Peki, bu arada arkada bir yerde oturmamıza izin var mı, yoksa şu duvarın önüne gidip tek sıra dizilelim mi?” diyorum (Rusça “duvarın önüne” anlatımı kurşuna dizme anlamına gelir).
Genç gümrükçü, tüysüz ve zayıf çehresinden beklenmeyecek bir vurguyla koskoca devleti adına bir cümle kurma fırsatını kaçırmıyor:
“Biz uygar bir ülkeyiz, burada kurşuna dizme cezası yoktur.”
Aklımdan geçeni söylemekten vazgeçiyorum, ne de olsa böyle durumlarda “sorun çıkarmamalıyız”, değil mi ama?..
Zaten hemen herkes “Sakin olmak lazım, özel bir şey değil, şimdi genel bir uygulama bu” diyor, bu yatıştırıcı cümleden bir “maalesef” kelimesini esirgeyerek.
Nisan sonundaki bir uluslararası konferans dolayısıyla Moskova’ya bir önceki gelişimi hatırlıyorum.
Pasaportumu dakikalarca inceleyen kadın (o sırada ben bunca yıldır kendi pasaportuma bu kadar ilgi göstermediğimi düşünüp hayıflandım), aynı şekilde “kenarda beklemeye” davet edince sordum:
“Niye? Pasaportumda Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın vizesi var, daha ne olsun! Bizzat Putin mi çağırmalıydı beni?”
Yüzü asılan kadın hemen bir üst düzey görevli çağırdı.
Gelenle de aynı sağırlar diyaloğunu tekrarladık.
Gürültüye gelen üçüncü görevli daha nazik çıktı ve “bu zorunlu uygulama için” özür diledi.
Bu arada gülünç bir şey oldu: Yanımıza yaklaşan bir Afrikalı - herhalde beni önemli bir şahsiyet sanmış olacak ki - “Biliyor musunuz, beni de ta sabahtan beri hiçbir açıklama yapmadan bekletiyorlar” dedi bana umutla bakarak.
Ben de riskli bir hamleyle az önce özür dileyen kadına dönüp gülümseyerek “Bu arkadaş Türk değil, onu neden bu kadar bekletiyorsunuz?” diye sordum.
Kadın önce yumuşayan ortamın izlerini sürerek “Belki de teröristtir” diye güldü, ama sonra devletini ve görevini hatırlayarak bana kibarca “Siz de artık şansınızı fazla zorlamayın” türü bir tavsiyede bulundu.
Uyarıyı “makul” (!) bularak ikiletmedim.
En ilginci ondan sonraki sahneydi.
Oradaki Türkler yanıma gelerek bana “Siz çok aşırı tepki veriyorsunuz”, “Biraz bekleseniz ne çıkar sanki”, “Bakın biz iki saattir buradayız, siz on dakikalık bekleyemeye bile sabredemiyorsunuz” gibi laflar ettiler.
Tanıdık bir halk ve bildik bir alışkanlık diye düşündüm: “Bırak hep birlikte bir parça aşağılanalım ve sonra da sınırı geçerek işimizi yapalım. Sen şimdi kural, saygı, adalet vs. sözlerle bir skandal çıkarırsan sonuçta hepimiz zarar edebiliriz.”
Onlarla tartışmaya girmedim, çünkü henüz telaffuz etmedikleri son cümleleri dudaklarının ucunda parıldıyordu:
“Sen tepki göstersen ne olur ki, bak sen de bekliyorsun işte! Her şey olacağına varır...”
Moskova’da sanki “uçak düşürmeye eğilimli bir grup Türk” olarak biraz daha bekletildik ve sonunda sınır kapıları açıldı.
O bekleyiş sırasında özellikle çoğu Rusya’ya ilk kez gelen Kardeş Türküler Grubu’nun sıcakkanlı üyelerinin önünde kendimi mahcup hissettim.
Ne de olsa ben “yarı buralı” sayılırım ya...
İnsan evine gelen misafiri surat yaparak ve peşinen potansiyel suçlu haline getirerek mi karşılar!
“Ruslarla ilk karşılaşma” filminin ikinci yardımcı oyuncu ödülünü de, bizi şehre götüren minibüsün hiçbir sorumuza cevap vermeyen aksi şoförüne vererek yolumuza devam ettik.
Allahtan bütün Rusya bunlardan ibaret değildi ve sonradan görüp yaşadıkları, arkadaşlarımızın moralini yükseltti.
En çok da 3 Haziran’da Nâzım’ın mezarı başındaki törende ve aynı günün akşamında düzenlenen gecede hissedilen coşku...
Bu, 24 Kasım’daki - hangi akla hizmet ettiği hâlâ anlaşılmayan - uçak düşürme olayından bu yana, Rusya’daki Türkiye diasporasının ilk büyük ve örgütlü etkinliği oldu.
Düzenleyenleri, emeği geçen herkesi kutlamak boynumuzun borcudur.
Umarım bu örnek, 6,5 aydır büyük ölçüde korkak ve suskun bir tavırla Türk-Rus krizininin çözümü doğrultusunda tek bir ciddi adım bile atmayan Türkiye ve Rusya kamuoyu, aydınları ve iş dünyası açısından özendirici olur.
3 Haziran’da karşılaştığım bazı eski dostlar son aylarda yazılarımı “kötümser” bulduklarını söylediler.
Neyi kastettiklerini sorduğumda hissettiğim şey, aslında kendilerinin de pek iyimser olmadığı, ama benden daha umut verici sözler duymak istedikleriydi.
Onlardan birine söylediğim gibi, 1981’den beri hayatı burayla iç içe biri olarak herkesten çok ben iyimser olmak istiyorum.
Gel gör ki, gazetecilikte istekler gerçeklerin yerine konmamalı.
Tarafsız olmayabilirsin, elbette bir görüşün, desteklediğin bir taraf olur (cumhurbaşkanı mıyız biz ki “tarafsız” olalım!)...
Ama işimiz objektif durumu, mevcut haberi ve onun doğal olarak çağrıştırdığı analizi ortaya koymak.
Gazetecilikten bahsetmişken taze bir anıyla tamamlayayım yazıyı.
Dört gün önce Rus NTV kanalı adına beni arayan Natalya adında bir program yapımcısı, cuma akşamı Türk-Rus ilişkilerini ele alan tartışma programına davet etti.
O tarihte Nâzım Gecesi olduğunu ve gelemeyeceğimi söylemekte acele etmeden programla ilgili bilgi aldım.
O da benim konuyla ilgili fikrimi öğrenmeye çalıştı.
Birkaç dakikalık konuşmadan sonra neşeli bir ses tonuyla şunları söyledi:
“Doğrusu görüşleriniz ilginç. Programa mutlaka katılmanızı isterim. Ama bir sıkıntım var. Sizi hangi grubun içine koyacağımı anlayamadım. Türkiye’yi savunan üç kişilik tartışmacı grubunun arasına mı, yoksa Rusya’dan yana olan karşı takıma mı?”
Ona aynı neşeyle cevap verdim:
“Ben katılırsam iki grubun arasında bir yerde olmak isterim. Çünkü uçağı düşüren Türkiye’ye de, aşırı sert tutumlar içinde olan Rusya’ya da eleştirilerim var.”
Kadın ciddileşerek vedalaşma öncesinde “acı gerçeğin” altını çizdi:
“Ama bizim formatımız buna uygun değil ki.”
Ben de bu saptamayı kendimce destekledim:
“Ben sizin formatınıza uygun değilim.”
Telefonu kapattıktan sonra kendi kendime gülerek söylenmeye devam ettim:
“Bu tür formatlara uygun olmamak - bazen zor da olsa - ne kadar güzel bir şey, bir bilsen Natalya!..”