Erdoğan'ı Rus yazar Dostoyevski'ye benzetti
Dostoyevski’nin en çok tartışılan, en ünlü eserleri arasında sayılan Yeraltından Notlar (Записки из подполья, 1864) romanının isimsiz kahramanı (yeraltı adamı), Liza adlı genç bir fahişeyle yaptığı konuşmada şunları söyler: “...kadınla erkek bir olamaz. Aralarında dağlar kadar fark vardır. Sözgelimi, ben buraya gelir her türlü haltı karıştırırım, sonra da giderim. Kimsenin tutsağı değilimdir. Şöyle bir silkinince de bütün kirimden arınırım. Ama sen öyle misin? Sen resmen eli kolu bağlı bir tutsaksın. Burada hem kendini, hem de bütün benliğini satıyorsun...”
Dikkatinizi çekerim: Romanın yazılış tarihi 1864. Avrupa’da kadınların haklarını elde etmesine yüz yıl kadar zaman var ve bakış günümüz Türkiye’sinin etkin siyasilerinin de bakış açısını yansıtıyor.
İlginçtir ki, Dostoyevski gerçekten kadın konusunda tuhaf bir “homongolos”tur. Kadın kahramanları ya çok siliktir ya da ortalıkta hiç görünmez. Dostoyevski’nin biyografik romanını yazarken bu konu üzerinde en çok durduğum konu olmuştu. Budala adlı en önemli romanlarından sayılan eserinde sürekli canlı tuttuğu Nastasya Filipovna bile, Knyaz Mışkin ile Rogojin arasındaki tuhaf “aşkı” anlatmak için yaratılmış bir figür olmaktan öteye gidememiştir. Üstelik, en büyük romanlarını yazdığı, Petraçevski ayaklanmasının ardından gelen “öteki” hayatında kendisini kumar gibi gereksiz bir çok şeyden kurtaran Anna Dostoyevska’ya rağmen, kadınlara karşı mesafelidir. Anna’yı çok sever, onsuz yapamayacağını bilir. Polin Suslova hayatının büyük aşklarındandır, bir çok da benzer aşk yaşamıştır, ama bu aşklarını kitaplarında bulmak neredeyse imkansızdır.
Suç ve Ceza romanındaki Sonya ise bir kadın figüründen çok bir melek figürü olarak karşımıza çıkar. Fedakarlığı olağanüstüdür ve ancak bu fedakarlığı sayesinde Raskolnikov ayakta kalabilecektir.
Çocukluğunda, yani daha henüz Fedya iken, silik bir kişilik olan annesi ve çok sert bir kişilik olan doktor babası arasında kaldığından, bir baba nefreti doğmuştur ve bu da hemen tüm romanlarına yansımıştır. “Kim babasını öldürmek istemez,” sözünün altında yatan, babaya olan nefretidir.
Aslında Dostoyevski’nin olumlu kahramanı bile yoktur. Erkekler çoğunlukla İppolit gibi veremli, Rogojin gibi kaba saba ve kabadayı, Mışkin gibi budala, Raskolnikov gibi sabırsız ve hayalci, Versilov gibi uçarı, Lebedev gibi yalakadır. Daha bir çok olumsuz özellikler taşıyan kahramanlar arasında, Çernişevski’nin bırakın Rahmetov’unu, Kirsanov’u gibi bir kahramanı bile bulamazsınız.
Nereye getireceğim? Yeraltından Notlar romanında yeraltı adamının karşılaştığı Liza’ya anlattığı “kadın” tanımı, Dostoyevski gibi o dönemin birçok yazarında olan kadın tanımıdır ve bu erkek egemen bir dünyanın vahşi görüntüsüdür. Kadın ile erkeğin eşit olmadığı inancı temelini Adem ile Havva hikayesinden alır ve insanlığın başına tüm belaları açan unsurun “kadın” olduğu telkinini yayar. O zaman da şu gelir akla: Demek ki kutsal kitapları yazan kişi veya kişiler erkekti... Zira sadece Adem ile Havva’dan kaynaklanmaz eşitsizlik, daha sonra toplumdaki konumları açısından da kadınlar, neredeyse maymunlardan bile sonra gelir.
Bu, hırçın ve faşist bir bakış açısıdır. Dünya üzerindeki tüm kitle katliamları, soykırımlar, vahşetlerde erkek egemenliği hakimdir ve ne yazık ki artık ayrı bir cins olarak düşünülmesi gereken bu hastalıklı kafalar tamamiyle ilkel düşüncelerle hareket etmektedir. İlkellik, insan denilen yaratığın tek bir bedene indirgenmesiyle başlar ve giderek bu dinsel, etnik, cins ve bölgesel ayrımcılıklarla körüklenir. Baştan erkeğin üstünlüğünü kabul eden bir kafa yapısı, bunu ayrıntılara da indirgemek zorundadır: Sünniler Alevilerden, Kürtler Türklerden, Araplar Avrupalılardan, beyazlar zencilerden, zenginler fakirlerden, siyasiler maraba takımından daha öndedir. Bütün sosyalist söylemlerde ana figür “insan” iken, idealist veya mistik dogmalarda bu “erkek” olarak öne çıkar ve doğal olarak da kadın aşağılanır. Zira erkeğin üstünlüğü baştan kabul edilmiştir. Daha güçlüdür güya, ama doğaya dayanıklılık söz konusu olduğunda bu çoğu zaman geçerli değildir. Karşı karşıya kaldığında bir erkek her zaman için bir kadını yere devirebilir, ama bunu aynı iş kolunda calışıp da gerçekleştiremediğinde işi cinayete kadar da götürebilir. Aynı şekilde, kadın terk ettiğinde bir daha geri dönmez, ama erkek terk ediyormuş gibi yapar ve terk ettiğini söylediği kapıyı defalarca aşındırmakta da hiçbir sakınca görmez.
Kadınlar daha mı üstündür? Asla... Böyle bir iddiada bulunmak zaten bu yazının çöpe atılmasını sağlar. Doğru olanı, eşitlik ilkesidir. Üstünlükler elbette karşılıklıdır, ama bu kadında söz konusu olduğunda erkek tarafından reddedildiği için, savaş sürmekte ve bu yapay savaşta erkek kadını sadece bir üretim aracı olarak görmektedir.
Ve ne yazık ki şu tez, kültürel eksiklik yaşayan ülkeler için sonuna kadar geçerlidir: Eğer erkekler doğurabilselerdi, bu kafalar dünyada tek bir kadın bile bırakmazlardı.
Mümtaz İdil